Hürriyet

6 Temmuz 2010 Salı

:::AİLE BAĞLARI:::

İran'da geçen sancılı yıllardan sonra anneannem'in evinde kalmaya başlamıştık. Henüz kendi evimizi tutacak paramız yoktu ve yardıma muhtaçtık. Unutmayın ki; Herkes yardıma muhtaçtır ama herkes yardım istemez. Annem onuru ve namusu için yaşayan biridir. Asla yardım istemedi. Sadece yardım bekledi... Kardeşlerinden, yakınlarından... Çünkü annem hep yardım etti, zor vaziyet içinde ki bir diğerine. Teyzemler yardımcı oldular, kısa vadeli, az ama yapmış olmak için yaptılar. Yardım etmek için değil. Çok beğendiğim bir Çin atasözü der ki; Birine, bir kase pirinç vereceğine, ona pirinç tarlasında bir iş ver! Biz bir kase pirinç aldık. Bu iyi değil. Bu, muhtaç hissettirme durumudur! Bu, aşağı görme ve acıma halidir! Bu, yalvartma ve dilenci konumuna koyma halidir! Bu, diyetini isteme hakkını kendinde görme cüretkarlığıdır. Kardeşine, ailene sadaka vermezsin. Onlara her şeyini verirsin çünkü parçası olduğun en temel oluşum ailedir! Herşeye rağmen annem güçlü bir kadın olduğu için baş etmesini de bildi.

Babam, biz Türkiye'ye geldikten sonra birgün bile çalışıp, eve katkıda bulunmadı. İş arama gereği bile duymadı. Oysa, annem babamı, talebelik zamanında okutmuştu, tezgahtarlıktan kazandığı parayla. Babamın kötü bir alışkanlığı yoktu. Sadece çalışmıyordu. Aaahh. Pardon! Bir kötü alışkanlığı vardı! Babam bir "mitoman"dı. Yani yalan söyleme hastalığı vardı. Bu hastalığının farkına, annem çok geç varmıştı, ne yazık... Herkes yalan söyler. O zaman herkes mitomani hastası mıdır? Herkes mitoman mıdır? Hayır tabi ki. Sadece... Herkes yalancıdır! Kendinize dürüst olun lütfen. Herkes biraz yalancıdır. Eğer yalanlarınız birşeylere yada birilerine zarar vermiyorsa, sorun değil. Yalanlarınız içinde kayboluyorsanız; Siz "tehlikedesiniz ve tehlikelisiniz" demektir.

Babam birçok tehlike oluştuyordu hayatımızda. Nihayet,anneannemin yanından ayrılıp, kendi kiralık evimize çıkmıştık. Ben okula başlamıştım. Annemin iki işte birden, gece gündüz çalıştığı ve kazandığı her şeyi, ödemelere yatırıyordu. Yinede yetmiyordu. Babamla heran kavga ediyorlardı. Onlar kavga ederken annemin bacağına sarılıp, ağlıyordum. Tükeninceye kadar...

Daha gücünün farkında olmayan bir yarı tanrıydım. Babam gibi zararlı bir haşerenin, anneme zarar vermesinden ve onu koruyamamaktan çok korkuyordum. O kadar ağlardım ki, sesim kıslırdı ve çoğu gün okula kısık sesle giderdim. Tahta, kaba sıraların soğukluğunda ferahlattığım ellerim, o günlerden başladı terlemeye. Terledikçe ellerim, nefes alamazdım. Elimden birşey gelmezdi... Endişeli ter tanecikleri parılderken; Zayıf, küçük ve güzel ellerimde. Ellerim çok güzeldir. Sanat eseri gibi. Tanrının elleri gibi. Bir tanrısalın elleri...

Herşeyden kaçtığım zaman kırılması anlarımda, o ellerle resim yapardım. Umarsızca. Mutluca. Hayal gücümün, en güçlü kaslarını kullanarak boş ve anlamsız olan her yüzeye muhteşem anlamlar çizerdim.

Bende ki tanrısal yaratım yeteneğini anlayamayan ölümlüler. Kendilerine "öğretmen" diye seslenen, basit varlıklar, kutsal eserlerime hakaret ediyor ve beni cezalandırmakta ısrarcı heller takınıyorlardı. Onların, ömürlerince asla sahip olamayacakları, Tanrı vergisi birçok yeteneğim vardı. Kıskanılıyordum, "öğretmen" denilen bu cahil yaratıklar tarafından...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder