Hürriyet

30 Ocak 2012 Pazartesi

BEBEK (8.Bölüm)

Çok kar yağıyordu. Yaklaşık iki gündür aralıksız… Heryer tutmuştu. Bu havada gelmesi zor olacaktı. Bu havada doktora gitmekte zor olacaktı. Kapı çaldı! Yerimden fırladığım gibi kapıya gittim. Oyalansın diye radyoyu açmıştım. Müzik onu biraz dingileştiriyordu. Henüz sakinleşmeye başlamış olan bebek, kapının çalmasıyla tekrar ağlamaya başladı. Kapıyı açtım. Gelen Gülay’dı… Gülümsedim, içim rahatlamıştı.

-Hoş geldin hayatım.

Soğuktan donmuş halde…
-Naber canım?

-İyiyim tatlım.

Üzerini bile çıkartmadan içeriye girdi ve ağlama sesine doğru (salona) ilerledi... Gülay, onu kucakladığı gibi tekrar kapıya yöneldi. Bana dönerek:
-Hadi Metin! Çocuk ateşler içinde. Ağlamaktan çatlayacak. Yaa inanamıyorum sana. Önce bir hastaneye gidelim. Seninle sonra konuşacağız!

Suratımı kabahatini bilen ufak bir çocuk gibi yere devirerek, paltomu aldım. Dışarıda fırtına vardı. Gülay, bebeği resmen koynuna sokmuş ve ona sıkıca sarılmıştı. Arabaya doğru ilerledik. Yepyeni bir Honda JAZZ… Gülay bunu alalı daha bir ay olmamıştı. Gülümsedim hafifçe “Tam kadın arabası” diye geçirdim içimden. Neyse, bindik arabaya. Ben ufaklığı aldım kucağıma… 
Hastane evin iki sokak arkasındaydı. Oraya ulaşmamız çabuk olmuştu. Hemen çocuk doktorunu yakaladık, çıkmak üzereydi. 15 dakika sonra reçetemiz yazılıyordu. Bir ateş düşürücü iğne yapmışlardı ve şimdi daha sakindi. Gülay her şeyi karşıladı… Kendimi mahcup, aptal ve sorumsuz hissediyordum.    

Nöbetçi eczaneden ilaçları alıp, eve gittik. Bebek yolda uyumuştu. Ben sürekli teşekkür ediyordum. Gülay’da önemli değil diyordu. Yol boyunca bundan başka bir şey konuşmadık. Eve geldiğimizde saat akşam sekiz civarıydı. Bebeği arka koltuktan alıp, hafifçe kucakladım. Merdivenleri çıkıyorduk. Ben önde, Gülay arkada…

-Metin anahtarları ver, kapıyı ben açayım.

-Tatlım, paltomun sağ cebinde...

Anahtarları aldı ve yavaşça içeriye girdik. Bebeği yavaşça yatak odasına götürdüm. Güzelce üstünü örttüm ve gece düşmesin diye yatağın etrafına birkaç sandalye koydum. Mışıl mışıl uyuyordu. İçeri geldiğimde Gülay “gel bir sigara içelim” diyerek, balkonu gösterdi. Sigaramı aldım ve dışarı çıktık.

-Metin ne bu? Anlat bakayım şu olayı baştan.

-Ben Çanakkale’ye giderken, anneannemi ziyarete, yolda çok sis vardı ve ben orada öylece duran bir araba fark ettim. Neredeyse çarpıyordum. Son anda frene basıp, durabildim. Sinirlenmiştim! Kaza yapacaktım. İnip, arabaya doğru ilerledim. Kimse yoktu. Sadece arkada bir bebek ve onu orada öylece bırakamadım. Yanıma aldım. Aslında Jandarma’ya bırakacaktım. Çanakkale’ye gidene kadar kararım buydu. Anneanne’mi, görmek istedim önce. Onu ziyarete gittim. Bebekle tabii… Anneannem bebeği görünce, şaşırdı. Evlendiğimi falan düşündü. Ona da olayları anlattım. Bana “teslim et karakola, ailesini bulsunlar” veya “oğlum sen delirdin mi?” gibi şeyler demesini beklerken…

Sesim kısıklaştı… Gözlerim çok hafif doldu. Biran dalmıştım ki… Gülay’ın sorusuyla kendime geldim.
-Ne dedi anneannen?

Kendimi tekrar konuya adapte ettim.
-Anneannem dedi ki… O… “Keşke senin bebeğin olsaydı” dedi. Bende onun bu dileğini yerine getirmeye karar verdim.

Gülay, şaşkınlıkla:
-Olum manyak mısın? Anneannenin lafıyla, el alemin bebeğini nasıl alır evine getirirsin? Hem anneannenin, onu kastetmediğini biliyorsun değil mi?

Başımı öne eğdim. Sigaramdan derin bir nefes aldım. Başımı gökyüzüne kaldırıp, bir nefeste soğuk havadan…
-Anneannemin son sözleriydi bunlar.

-Anlamadım. Nasıl? Ne demek o?

Gülay’ın birkaç soru cümlesini arda arda kurmasına rağmen, cevap tek ve çok sadeydi. Çokta üzücü…
-Anneannemi kaybettim. O öldü.

Gülay, yarım saniye kadar duraksadı...
-Nasıl yani? Ne diyorsun sen?

-Çanakkale’de toprağa verdik. Mekânı cennet olsun. Artık tamamen tek başınayım.

Gülay’ın bakışlarındaki yumuşaklığı çok iyi bilirim. O güzel içi gülen gözlerdeki merhamet ve duygu dolu o bakışları…

Elini yanağıma koydu… “Canım” dedi çok şefkatli bir ses tonuyla… 
Ben gülümserdim belki başka zaman olsa ama bu sefer sadece… Ağladım… 
Gülay’la sarıldık... 
Cenazede istediğim gibi ağlayamamıştım. Tutmuştum hep kendimi, güçlü görünmek için metanetli olmuştum. Şimdi çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra, doya doya ağlıyordum. 
Ona sarılıp, dakikalarca ağladım. Bir süre sonra onunda ağladığını fark etmiştim.

O gece kar yağıyordu bütün şehirde…  
Hüzünlü yüzümde ve Gülay’ın ışıldayan saçlarında eriyordu soğuk kristal taneleri.

8.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

BEBEK (7.Bölüm)

Anneannemin vefatından sonraki gün.
Kapıyı yavaşça açtım. İçim mahvoluyordu, o eve adım atarken. Kucağımdaki bebeğin altını değiştirdim önce. Birbirimize alışıyorduk. Artık ağlamıyordu. Ona aldığım çıngıraklı oyuncağı verdim. Televizyonu da açtım. İzlesin, oyalansın diye... Her yere anneannemin beyaz sabun kokusu sinmişti. Eşyalarını yavaşça toparlamaya başladım. Mutfağı... Banyoyu... Salonu... Son nefesini verdiği yatağı... Her yeri toparladım. Arada oturup, ağladım. Arada balkona çıkıp, sigara yaktım. Gözüm bebekte...

Anneannemin dediği son cümleyi hatırlamaya çabaladım. Neydi? Düşünüyordum... Neydi..? En son ne demişti? Hatırladım nihayet.

En son "Maşallah çokta güzel bebek. Keşke senin olsaydı..." demişti.

Televizyon izliyor, ağzında biberonu. Sevimli velet. Ne düşündüğümü tahmin edersiniz herhalde. Onun benimle kalıp, kalamayacağını düşündüm. Bunun ne kadar doğru olacağını... Karakola haber vermeyi... Hiç haber vermemeyi... Anneannemin son sözlerini, son isteğini bu şekilde gerçekleştirmiş olacaktım. Biliyorum, onun asıl kastettiği bu değildi. Bu şekilde değil. Benim evlenip,çoluk çocuğa karışmamdı. Fakat bunca yıldır ilişkisi bile olmamış biriyken, bunca yıl sonra nasıl olacaktı da, birini bulup, evlenecektim? Ömrüm buna yetecek miydi? Ayrıca içimden bir ses, bu bebeği,o gece bulmamın bir tesadüf olmadığını, bunun kader olduğunu söylüyordu. Hoş, bugüne kadar içimde ki ses beni genelde yanıltmıştı.

Kararımı vermiştim. Sigaramı söndürüp, içeri girdim. Bebeğin yanına oturdum. Birlikte televizyon izlemeye devam ettik.
...

Bir hafta kadar sonra yıllık iznim bittiği için İstanbul'a dönmüştük. Ben ve ufaklık... Çanakkale'de ki anneannemin evini derli toplu bırakmıştım. Oraya bir daha ne zaman gideceğimi bilmiyordum. Üzüntüm biraz azalmıştı. Saatler sonunda Bakırköy'e... Eve varmıştık.

Kapıdan girince, bebek ağlamaya başladı. Altını değiştirme zamanı diye düşündüm. Açtım baktım. Altı kuruydu. Karnı da aç değil, biliyorum. Gazı mı var acaba? Karnına bakıyorum. Sertlik var biraz sanki. Kucağıma alayım. Heh, oldu işte. Şimdi sırtını biraz okşayalım...

-Hadi kızım. Çıkart gazını. Sal gitsin (bunu söylerken gülüyorum ama bu sefer o iyice avazlaşmaya başlıyor).
    
-Sakin ol kızım. Tamam. Kötü espriydi, özür dilerim. Tamam, ağlama artık. Neyin var? Ne istiyorsun?

Ateşine baktım. Ateşi vardı. Doktora götürecek paramın olmadığı gerçeği ve onu doktora götürmem gerektiği gerçeği ile baş başa kalmış ve başıma ne iş aldığımı düşünmeye başlamıştım. Birinden para istemeliydim. 

Düşündüm… Arayabileceğim ve bana para verecek çok fazla insan yoktu. “Allah’ım ben ne yapıyorum?” diye kendimi sorgulamaya başlamıştım ki… Cep telefonum çaldı. Arayan Gülay’dı. Açtım:

-Naber tatlım?

-İyilik canım, sen nasılsın?

-Bende iyiyim. Evdeyim işte. Sen nasılsın Gülay’ım.

-Ayy aynı işte. İş güç, uğraşıyorum.

Gülay bir an duraksadı…
-Metin, sen neredesin?

-Evdeyim... ???

-Ee, yanında kim var?

-Kimse… ???

-Ağlama sesi geliyor.

-Aaa… Immm… Evet. Doğrudur.
Gülay’a saçma sapan ünlemler kullanıp, duruyordum. Doğru dürüst bir cümle kuramadım ve sonunda tahmin ettiğim tepki geldi.

-Yaa, Metin deli etme beni! Evde bebeğin ne işi var? Kimin bebeği o?

“Eğer yalan söyleyecek kadar çakal değilseniz, doğru söyleyecek kadar cesur olmalısınız!” Bende doğruyu söylemeye karar verdim. Ayrıca bebeği doktora götürmek için Gülay’dan yardım isteyebilirdim. O bana hep yardım ederdi…

-Kısaca özetleyeyim; bu bebek benim sorumluluğumda ve şuan ona benden başka bakacak kimse yok! Senden bir şey isteyeceğim. Lütfen dinle beni.

Sesinden anladığım; Gülay, benim yarım yamalak konuşmalarımdan ve ne olduğunu anlayamadığından biraz kızgın, birazda şaşırmıştı.
-Ne?

-Yanımdaki bebeğin ateşi var. Onu doktora götürmem lazım ama param yok. Tatlım, sende varsa… Çünkü başka kimseden isteyemem bu durumda.

-Metin ne diyorsun? Ben hiçbir şey anlamadım!

- Tatlım, şu telefonda bunu anlatamam. Buraya gelebilir misin?

Gülay’ın sevdiğim bir yönü de çözüm odaklı olmasıdır. Telefonu kapatmadan önce en son şunları söyledi:
-Tamam, geliyorum. Ne karıştırıyorsun bilmiyorum ama içimden bir ses çok kızacağımı söylüyor. Bekle!

Dedi ve telefonu kapattı. Olayları anlattığımda, bana gerçekten kızacaktı. Bebeğin yanına gittim, elimle ateşine baktım. Evde bir derece bile yoktu! Tek başıma yaşamaya alışmıştım. Ne bu ev, ne de ben bir bebeğe göre değildik! Ben bu bebeğe nasıl bakacaktım? “Offf! Gülay çabuk gel lütfen..”



7.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

26 Ocak 2012 Perşembe

BEBEK (6.Bölüm)

Anneannemin vefatından yedi yıl sonra... Şeniz okula başlamıştı. Okulda ki ilk gününde çok ağladığı için Gülay, onunla birlikte sınıfta oturmak zorunda kalmıştı. Akşam birlikte eve döndüler.

-Hoşgeldiniz.

-Hoşbulduk Metin. Aaay sinirlerim tepeme çıktı.

-Neden? Ne oldu ki?

-Ay sorma yaa. Gerizekalı sınıf öğretmeni, beni delirtti.

-Yemek hazır. Otur tatlım. Sofra da anlatırsın.
Gülay yemek yemeyi çok sever. Bende öyle... Gülümsedi. Masanın başında konuya devam ettik.

-Şeniz ağladı bugün. Gitme diye. Korkuyorum diye... Bende gidemedim. İş yerini aradım. Durumu anlattım. Neyse, sınıfa beraber girdik. Bu salak öğretmen başladı söylenmeye!

-Hanımefendi yapmayın ama böyle. Bu şekilde çocuğu alıştırmayın.

-Aaa. Ağlasın mı çocuk? Dedim.

-E, ağlarsa ağlasın canım.Çocuk bu, ağlayacak ağlayacak, susacak. Diyince, bende şalterler attı!

Gülay'ın anlatımını çok beğenirim. Tam mimik insanı. Gülümsedim.

-Tabi senin elin, ayağın oynamaya başladı.

-Aynen Hacı (arada bir diyor bunu)! Siz lütfen kendi işinize bakın. Ben kendi çocuğumu sizden daha iyi tanıyorum. Benim kızım hassastır. Diğer çocuklar gibi değil. Sizin kadar sadist olamam! Dedim.

-İyi demişsin tatlım.

Gülay'ın, Şeniz'i kendi öz kızı gibi sahiplenmesi çok hoşuma gidiyor. Şeniz yemeğini yerken bizi dikkatle dinliyordu. Ona küçük yaşta kendi yemeğini yemesini öğretmiştim. Bu, onun kendine özgüveninin oturması için gerekliydi.

Yeni bir işim vardı. Kızım okula başlamıştı ve Gülay'da işinde oldukça ilerlemişti. Bugünlere gelmek kolay olmamıştı.

6.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

BEBEK (5.Bölüm)

Herşeyi anlattım... O gece, yanan odun sobasının yanında, uyuyan ufak misafirimi seyrederken... Ne kadar da huzur dolu uyuyordu.

-Oğlum, keşke sende evlenseydin de, çoluk çocuğa karışsaydın. Mürüvvetini görseydim ölmeden.

-Anneanne ne diyorsun sen? Ne ölmesi? Ooo daha gençsin yaaa. Dur bakalım.

-Metin, ben artık eskisi gibi her yere koşturamıyorum. Bir gün bir yerim ağrımasa, ertesi gün ağrıyor. Sağlığım eskisi gibi değil. Ne yar kaldı sevecek, ne ser kaldı mücadele verecek. Sen daha gençsin. Aslan gibisin. Evlen, yuvanı kur. Yerini bil oğlum.

Biraz duraksadı. Bebeğe baktı.

-Maşallah çokta güzel bebek. Keşke senin olsaydı...

Kafamı bebeğe çevirdim. Anneanneme baktım sonra... Gülümsedim.

-Hadi uzan biraz anneanne. Bende sana portakal soyayım. Kabuklarını da sobanın üzerine koyarız. Mis gibi kokar.

Uzandı... Mutfağa doğru kalktım. Bebek uyuyordu.  Benimde uykum vardı. Şöyle deliksiz bir kaç saat uyuyabilsem... Elimde portakal tabağı, girdim içeriye.

-Anneanne.

Ses yok. Uyumuş mu?  Yorulmuş olmalı bütün gün. Tek başına ev işleri kolay değil. Yoruluyor. Elimdeki tabağı, masaya bıraktım. Üstünü örteyim diye yaklaştım. Boynu ağrıyacak böyle. Başını hafifçe düzelteyim de... "Dur bir dakika"

-Anneanne.

İçime kötü bir his doğdu. Bir aksilik var. Nefes almıyor sanki... 

-Anneanne? Beni duyuyor musun? Anneanne...
Hafifçe omuzlarından sarsmaya başladım. İçimdeki korku gerçek olmasın diye dualar ediyorum.  Zamanın durduğu an derler ya. İşte o an zaman durdu. Gözyaşlarım ise daha yeni başlıyordu.

-Allah'ım lütfen! Hayır! Olmasın bu! Anneanne! Uyan gözünü seveyim! Allah aşkına uyan!
Daha sert sarsıyorum ama hareket etmiyor! Korktuğum başıma geldi! Nefesine bakıyorum. Nabzına... Yok! Olamaz!

-Gitme sakın! Saçmalama! Beni bırakma sakın! Lütfen!

Kapaklanıyorum, onun hareketsiz vücuduna. Gözyaşlarım durmuyor. Kalbim yerinden çıkacak. Mideme sancılar saplanıyor. Hiç ölmeyecekmiş, beni hiç bırakmayacakmış gibi düşündüğüm anneannem... O, benim ailem... Gitti! Öyle bir ağladım ki... Bebeğin sese uyandığını fark etmedim bile. Bana bakıyordu. Sanki anlamıştı... Sanki... Öylece sessiz, beni izliyordu ama gözleri hüzünlü...

Ertesi gün, öğlen namazıyla, en değerli varlığımı toprağa verdim. Komşulardan bir kaçı ve ben... Birde bebeğim. Onu kimseye bırakamamıştım. Soranlara uzunca açıklamak yerine, kendi çocuğum olduğunu söyleyip, insanları savuşturuyordum. O gün cenazede de çok ağladım ama bu sefer sessiz, sedasız... Gözlerim tuzdan yanıncaya kadar... Başsağlığı dileyenler... Toplasan hepsi 4 kişi... Yaşamı boyunca toplayabildiği insan sayısı bu kadar! Neden? Çünkü anneannem düzgün ve iyi bir insandı. Düzgün ve iyi insanların bu dünyada ki son yolculuğunda ancak bu kadar insan oluyor demek. Acımı nefretle bilemeyeceğim. "Allah rahmet eylesin. Mekanın cennet olsun anneanne"...

İşte o gün son sözlerim bunlardı. Sonrasında uzunca yürüdüm ve bebek hiç ağlamadı. Ona yeni aldığım biberonuyla mutlu... Bense yeni kaybımdan dolayı mutsuz. O gün baya yürüdük kısacası...

5.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

14 Ocak 2012 Cumartesi

BEBEK (4.Bölüm)

Beş yıl önce... O akşamın devamında...

"Allah'ım ne yapıyorum ben? Resmen bebek kaçırıyorum! Bu bebeği karakola bırakmalıyım. Tamam. Bebeği donmaktan kurtardım. Aferin bana, şimdi başıma birşey gelmeden, bebeği jandarmaya bıraksam iyi olur. Çanakkale'ye vardığımda ilk işim karakola gitmek olacak."

Dikiz aynasından tekrar bebeğe baktım. Hala uyuyordu. "Yoksa... Acaba nefes alıyor mu?" Diye kontrol etmek istedim. Elimi yavaşça arka koltuğa uzattım. Göğsüne yavaşça dokundum. Arabanın sarsıntısından tam anlayamamıştım ama kaza yapma ihtimalime karşı dikkatimi tekrar yola verdim. Boşa endişelendiğimi düşündüm.

Yol üzerinde ki bir benzinciden, bebek maması, süt, biraz bisküvi ve bebek bezi aldım. Durduğum sırada bebeğin nefesini kontrol etmiş ve rahatlamıştım. Uzun bir yolculuktan sonra Çanakkale'ye varmıştık. Sabahın ilk saatleriydi... Çok yorgundum. Halen olup, bitenleri tam kavrayamamıştım ki bebek uyandı. Gözleri çok güzeldi. Masmavi... Arabayı birazdan gireceğim evin önüne park edip, arabadan indim. Çanakkale'ye geliş sebebim anneannemdi. Yalnız kalıyordu ve son günlerde sağlığı iyi değildi. Benim yaşayan tek akrabam oydu. Neyse... Arabadan inince, arka koltuktaki ufak davetsiz misafire uzandım yavaşça. Benden ürkmesinden çekiniyordum. Gülümsedim. Öylece yüzüme bakıyordu.

-Pekala dostum, inme vakti geldi. Şimdi anneannemi ziyaret edeceğiz. Bu gece burada kalacağız. Yarında karakola gidip, aileni bulacağız.

Tatlı velet. Yüzüme öylece bakmaya devam ediyordu. Dikkatlice kucağıma aldım.

-Aferin sana. İşte böyle... Sakın ağlama ufaklık.  

Onu kucakladığımda, minik eliyle yüzüme hafifçe dokundu. İşte o anda hissettiğim birşey... Daha önce hiç hissetmediğim birşey... Sanki... Nasıl anlatsam... Bana dokunduğunda, sanki beni ona bağlamıştı. Gülümsedim...

Basamakları yavaşça çıkmaya başladım. Zaten birinci kattı. Evin anahtarları bende vardı. Sabah geleceğimi söylemiştim . Yinede korkmasın diye içeri girerken yavaşça  seslendim. Gelirken, hep ona kötü birşey olup, olmadığını düşünmüştüm. Onu kaybetmekten korkuyordum. Yaşlıydı ve hastaydı. Bense henüz onun ölümüne hazır değildim.

-Anneanne! Ben geldim.

Salondan gelen televizyon sesini duyunca, rahatladım.

-Hoşgeldin oğlum. Gel, üşümüşsündür. Ayyy, kalkamıyorum kusura bakma.

Beni... Daha doğrusu, kucağımdaki bebeği ve beni görünce suratındaki şaşkınlığı anlatamam. Gördüğünden emin olmak için uzak gözlüğünün kenarlarından, eliyle tutup, gözlerini kısarak:

-Aaa. Metin kucağındaki bebek mi?

Gülümsedim ve "Evet anneanne" dedim.

-Oğlum, nereden çıktı bu bebek? Yoksa evlendin mi? Aaa. Otur bakayım, anlat.

-Yok anneanne. Valla nereden başlasam. Buraya gelirken çok tuhaf birşey geldi başıma.


4.Bölümün Sonu.

 DEVAM EDECEK...

11 Ocak 2012 Çarşamba

BEBEK (3.Bölüm)

Eve gitmeden önce her akşam yaptığım gibi markete uğrayıp "Jelibon" aldım. Şeniz çok seviyor.  Pek fazla dostum yoktur. Yani sadece birkaç kişi... Binlerce kişiye bedeldir, o birkaç kişi...

Bunlardan biri Tülay'dır. Tülay, uzun yılların vermiş olduğu samimiyeti ile beni, yorulmadan kaldırabilen kadim can yoldaşımdır. Arkadaşım, ablam, dostum ve kardeşim... Birbirimizin sürekli yanında olmaya özen göstermiş, güzel bir sevgiyi zamana yaymışızdır.

Diğeri ise neşe ve moral kaynağım olan Gülay. Aslında kendini depresif ve olumsuz olarak nitelendirir ama ben onunlayken hep olumlu anılar biriktirdim. Gülay'ın bir gülüşü, bir neşesi vardır ki; görülmeye değer. Can kaynağım! Birbirimizi güzel severiz.

Hakan'ı unutmamak lazım. Tülay'ın müstakbel eşi; Hakan sadedir. İyidir. Dolambaçsız, olduğu gibi... Severim öyle adamı. Adam gibi adamdır! Şu sıralar Tülay'la evliliklerinin dördüncü yılını devirmek üzereler.

İşten atıldığıma inanamıyorum halen. Sabah uyanırken demiştim ki kendi kendim "şükürler olsun. İyi ki işim var!" Hayat komik olduğunu sanan kötü bir şakacı. Şimdi eve gidiyorum. Yaşamamın tek sebebine... Kızıma... Kış daha yeni başladı. Havalar soğuyacak. Kıza kışlık almam lazım. Elbet iş bulurum ama ne zaman? Beni karamsarlığa iten, işsizlik değil. Yeni bir iş bulana kadar yaşayacağım belirsizlik! Eve gidince enine boyuna plan yapmam gerekiyor. Apartmanın merdivenlerini çıkıyordum. Dairemin kapısına geldim. Anahtarları çıkarttım, kapıyı açtım.

-Aaaa babaaa (koşarak gelmişti)!

-Kızımmm. Naber aşkım? Canım benim(sarıldık).

-Baba ne aldın bana(bu soru hiç şaşmaz)?

-Jelibooon aldım kızıma(bu cevapta...)

Paketi elimden kaptığı gibi koşarak salona, televizyonun karşısına geçti. Bu arada... Kızım henüz 5 yaşında. Dünya onun kadar güzel olsa...

Ben üstümü çıkartmak için içeriye geçtim. Şimdi merak ediyorsunuzdur. "5 yaşında bir kız çocuğunu evde tek başına mı bırakıyorum?" diye. Hayır, Gülay var. Bahsetmiştim az önce. Şuan uyuyor. Uykusu derindir. Bütün gün çocukla uğraşmak kolay değil. Yorulmuş olmalı... Uyusun biraz... Evli değiliz. Sevgili değiliz. Zaten sevgili olarak pek tercih edilebilecek biri sayılmam. Dostluğumuzu paylaştığımız gibi aynı evi ve hayatı da paylaşıyoruz.

Şeniz'i beş yıl önce bulduğum gün, anlamıştım ki onu tek aşıma yetiştirmem zor olacaktı... Ben asla evlenememiştim ve çocuk sahibi de olamamıştım. O geceye kadar... Bolu Dağı'nda, o terk edilmiş arabanın içinde, avaz avaz hayata ilk isyanını eden, küçük kız çocuğunu buluncaya kadar...

Tülay'a asla bu şekilde anlatamadım. Önce bana çok kızacak sonra onu, ailesine teslim etmeleri için karakola götürmemi söyleyecekti.  Ailesinin başına o gece, ya çok kötü birşey geldi ya da herhangi bir sebepten, arabayı yol üzerinde bırakıp, gittiler. Belki de bu bebek kaçırılmıştı! Kasten mi terk edilmişti? Bilmiyorum... Farklı onlarca senaryo aklıma geldi yıllarca...

Onu karakola bıraksam, yetimhaneye göndereceklerdi. Masum bir bebeği yetimhane dedikleri, hastalıklı yere göndermelerine izin vermeyecektim. Onu alıp, eve geldim. Herkese evlat edindiğime dair, uydurduğum hikayeyi anlattım.

Gerçeği bir tek Gülay'a söyledim. Beni anladı ve yanımda kaldı. Şeniz'i büyütmemde emeği çoktur. Şeniz, beni öz babası olarak biliyor. Annesinin, onu doğurduktan sonra cennete gitmesi gerektiğini söyledim. Henüz ölümü ve cenneti tam anlayamıyor fakat annesinin dönmeyeceğinin bilincinde.

Gülay onun annesi sayılır. Son 3 yıldır beraber yaşıyoruz ve başka ailelerden geliyor olmamıza rağmen, üçümüz çok güzel bir aile olduk. Hep söylerim:
 
-Aile, kan bağından fazlasıdır!

...

3.Bölümün Sonu

DEVAM EDECEK...

10 Ocak 2012 Salı

BEBEK (2.Bölüm)

Beş yıl sonra...

-Metin biliyorsun, bu günlerde işlerimiz durma aşamasına geldi. Ben lafı dolandırmayı sevmem. Bizde masrafları kısmak için şirkette küçülme yoluna gittik. Sergen Bey birçok defa ismini önüme getirdi ama ben, her seferinde geri çevirdim. Sen bu firmanın ilk gözağrılarındansın. Fakat bu raddeden sonra ikimizin de sonucu metanetle kabul etmesi gerekiyor.

"O konuşmaya devam ediyordu. Kelimeler farklıydı ama hepsinin anlamı benim kovulacağımdı. Ne yapacağımı düşünüyordum. Beni işten çıkartmaması için yalvarsam..? Yoksa bu durumu da sükunetle kabullenip, arkama bile bakmadan çıksam mı?"

-Sözün kısası Metin, iş akdine son vermek zorundayım!

"Kafamı, peki anlamında aşağı yukarı bir iki defa salladım. Adam beni işten çıkartıyor ve ben konuşamıyorum. Birşeyler söylemeliyim. En azından bir kaç sözüm olmalı! İnsanın aklına söylemesi gereken şeyler neden hep, yeri ve zamanı geçtikten sonra gelir? Öylesine... Bir yerden girdim söze..."

-Ertan Bey, elbette durumun farkındayım. Sadece bu çok ani oldu. Belki bir süre bekleseniz, durumlar düzelene kadar. Altı yıldır emek veriyorum... Dilerseniz, maaşımda biraz düşüş yapabilirsiniz. En azından şirket tekrar refaha kavuşuncaya kadar. Yanlış anlamayın ama zaten aldığım ücret çok fazla değil. Yani beni işten çıkartmanız, size çok büyük bir maddi tasarruf kazandırmayacaktır!

"Avuçlarım ter içindeydi. Dudaklarım kurumuştu ve yalvarmaktan sadece bir adım uzaktaydım. Gururumu düşünmüyordum. Onun karşısında ezilip, büzülmek umurumda değildi! Sadece Şeniz'i düşünüyordum. Kızımı..!"

-Metin çok üzgünüm. Yapabileceğim birşey yok!

"Yüz ifadesinden anlaşılıyordu. İtiraz etmeden çekip, gitmemi istiyordu. Yalvarmamı değil. Beni değil. Sadece odasından çıkmamı... "

- Tazminatımı almak istiyorum!

-Tabii ki vereceğim ama bu günlerde biraz zor. Önümüzdeki ay haberleşelim. O zaman hallederiz.

"Şimdi yerimden kalkıp, suratının ortasına olanca kuvvetimle geçireceğim! Aaahh keşke yapacak cesaretim olsa... Bu benim hakkım! Takım elbise giyip, gül ağacından yapılma büyük masanın arkasına geçmek onu benden daha  mı üstün kılıyor? Neden bütün hayatımı sigara gibi sarıp, yaktıktan sonra içine çekiyor? Neden hayatımı içip, dumanını yüzüme üflüyor? Bana verdiği maaşı bir gecede harcıyor! Kendi zevklerinden kesinti yapsa daha mantıklı. Evet! İşte bunu söyleyeceğim ve sonrada arkama bakmadan çekip gideceğim."

-Her gece yaptığınız alemlere bir süreliğine ara verirseniz, başkalarının hayatlarını mahvetmek zorunda kalmazsınız! Sadece bir öneri!

"Yüzüme bakmıyor. Cep telefonunu aldı. Kulağına götürüyor yavaşça...Eliyle bana "bir saniye" anlamında işaret ediyor. Konuşmaya başladı..."

-Merhaba kızım. Evet, telefonum sessizdeydi. Bir görüşmedeydim. Yok canım. Görüşmem bitti, konuşabiliriz.

"Bunu söylerken, kaşlarının altından bana, git artık dercesine baktı. Gideceğim! Söyleyecek başka söz kaldı mı? Şerefsiz herif! Benim de kızım var!"

...


2.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

9 Ocak 2012 Pazartesi

BEBEK (1.Bölüm)

Onu ilk gördüğüm anı hatırlıyorum. Çanakkale yolunda... Bolu Dağı'nı tırmanırken... Gece yarısından sonra 02:00-02:30 civarıydı. O anı hatırlıyorum...

"Bu akşam yola çıkmak iyi bir fikir değildi. İyi fikir değildi. Bu kar yağışında... Yarın sabah erkenden yola çıkmalıydım. Amma da sis var. İnsan bu siste kaza yapar."

Tam bunları düşünürken, önümde beliren bir arabayı son anda fark etmiştim! Direksiyonu sola kırdım yoksa çarpacaktım! O salak araba yüzünden az daha kaza yapıyordum.  Çok sinirlenmiştim ve motoru durdurup, aşağı  indim. Adama çatacaktım! Hızla, yolun kenarında duran arabaya ilerledim. İçeriden bir bebek ağlaması geliyordu. Öfkem yerini, endişeye bırakıyordu. Burada kötü birşey olmuştu. Şoför tarafına yaklaştım. Kapı aralıktı... Tam o sırada, kapıyı açınca...


Kimse yoktu! Arabanın içi bomboştu. Motoru hala çalışıyordu ve farları açıktı. Arka koltukta ağlayan bir bebek dışında kimse... Hemen arka kapıyı açarak bebeğin yanına gittim ve iyi olup, olmadığını kontrol ettim. Birşeyi yoktu.

"Allah'ım ne yapmalıyım? 112'yi aramalıyım. Ambulans lazım. Yaralı yok. Kimse yok! Ne ambulansı? Trafik polisini aramalıyım. Bir dakika! Buraya jandarma bakıyor. 156..! Evet!"
Koşarak arabama geri döndüm. Cep telefonum yan koltuktaydı.

"Heh, çok güzel... Çekmiyor... Ama sadece acil çağrılar... Evet, benimde zaten ihtiyacım olan bu! Acil bir çağrı!"

156'yı aradım ve durumu anlattım. Yerimi tarif ettim. Hemen gelmeye çalışacaklarını söylediler. Bebeği  kucağıma aldım. Ağlamaktan neredeyse çatlayacaktı. Susturmak için türlü oyunlar ve şebeklikler yapıyordum ama susmuyordu. Henüz yaşına bile girmemişti ve ben neden ağladığını anlamaya çalışıyordum. Karnı aç olabilirdi ama yanımda yiyecek birşey yoktu. Sis daha fazlalaşmıştı. Soğukta öyle... Jandarmanın bu siste buraya gelmesi saatler alabilirdi. Karar vermeliydim! İşte o gece hayatımı değiştirecek kararı vermiştim!

Başkalarının kaza yapmasına sebebiyet vermemesi için arabayı yolun kenarına çektim. Bagajından, uyarı işaretlerini bulup, güzelce yola koydum. Sonra da bebek koltuğunu, benim arabanın arka koltuğuna güzelce yerleştirdim. Bebeği de yanıma aldım ve tekrar yola koyuldum!

"Ne yapıyorum ben? Ben ne yapıyorum? Oğlum, manyak mısın sen? Başkasının bebeğini aldım ve daha da kötüsü jandarmayı da aradım! Resmen bebek kaçırıyorum! Ama orada bırakamazdım. Bu soğukta ölürdü! Jandarmanın gelmesini mi bekleyecektim? Yiyecek bir şeyler bulmalıyım. Karnı açtır kesin."

Arabanın kaloriferlerini açmıştım. Isınsın diye... Kafamdan bu düşünceler geçerken, artık ağlamadığını fark ettim. Dikiz aynasından baktım. Uyumuştu. Ağlamaktan yorulmuş olmalıydı. İçime bir huzur dolmuştu böylece. Gülümsediğimi hatırlıyorum. Rahatlamıştım. Kendimi toparladım ve dikkatimi tekrar yola verdim. Yol üstünde bir market bulup, bebek için biraz bir şeyler almalıydım.


...

1.Bölümün Sonu

DEVAM EDECEK...