Hürriyet

30 Ocak 2011 Pazar

N'OLDU? YOLDU...

Yoldu, yürüdüm.
Ayağım takıldı, düştüm.
Kalktım, dizim kanaya kanaya...
Gözümde yaş çağlaya çağlaya...
Yoldu, yürüdüm yine.
Hey koca cihan-ı umman
Bu firak ateşiyle yanıp yanıp biteyim...
Yollarda kendimi heba edeyim.

17 Ocak 2011 Pazartesi

FARE

Fare önce ufak adımlarla ilerlemiş, önünde ki ince boruda.
Sonra başını tedirgin halde yukarı kaldırmış.

Bir tutam ışığın düştüğü o yüksek aralığa dikmiş gözünü.
Dışarıda ki dünyadan, onun yaşadığı karanlık ve rutubetli yuvanın arasında ki,
tek köprü olan o gizemli seyrek ışığa...

Ve cesaretini toplayıp ilerlemeye devam etmiş yukarı giden boruda.
Işığa giden o eskimiş, o paslı su borusunun üzerinde...

Minik ayakları titriyormuş yukarı doğru dikleşen yolda.
Işık kuvvetlenmeye başlamış.

Karanlıkla terbiye edilmiş gözleri rahatsız olsa da, ayakları dengesini zoraki sağlasa da, o devam etmiş...

En yukarı geldiğinde, ışık iyice yoğunlaşmış.

Borunun son dirseğini de zorlukla tırmanarak, ışığın kaynağı olan delikten önce burnunu uzatmış.

Yavaş yavaş ilerleyen ayakları bir heyecanla onun minik gövdesini, bütün kuvvetiyle delikten yukarı atmış.

Artık o esrarengiz, aydınlığın merakla ilerlediği ışığın içindeymiş.

Gözleri ışığa yavaş yavaş alışmaya başlamış.

Etrafını heyecanla keşfeden minik farenin kalbi yerinden çıkacak gibi atıyormuş.

Karanlık deliğinin dışında bir dünya. Işığın olduğu güzelliklere açılan bir dünya.
Aydınlık,temiz ve mutlu olabileceğini düşündüğü rengarenk bir dünya onun karşısındaymış.

Çok geçmeden ilk hoş geldin karşılamasını ışıklı evin sahibi yapmış...
Minik fare karşısında dikilen heybetli adama mutluluk ve şaşkınla bakıyormuş.

En çokta umutla...ilk defa girdiği bu dünyada her şeye umutla baktığı gibi...

Çok geçmeden uzun, kıymıklı, iri bir sopanın minik gövdesine inerek, kemiklerini ve kalbini parçalamasıyla bu yeni dünyaya veda etmiş.

Umut dolu, mutlu, aydınlık olan bu dünyaya...

Bu dünya asla umutları, mutluluğu ve aydınlığı taşıyamadı...

10 Ocak 2011 Pazartesi

BUYRUN, OTURMAYIN !

BÖLÜM 1

Merhaba adım…

Ahhh, adımın ne önemi var ki? İsimlerimiz sadece başkalarının bize seslenmekte kullandığı harfler topluluğu. Bence insan, ismiyle değil, hak ettiği değerle çağrılmalı. Yani demek istediğim… Birisini çok seviyorsanız ona; aşkım, hayatım veya benzeri şekilde seslenmelisiniz. Sevmediğiniz birine; pislik, şerefsiz, göt diye seslendiğiniz gibi… Mesela bazen arkadaşınıza; dostum yada sizi dünyaya getiren o muhteşem meleğe; anne dediğiniz gibi…
Durun! Bir dakika! Bunu zaten yapıyorsunuz değil mi?

Benim hayatıma… Yok. Sizin hayatınıza… Olmadı… Bizim hayatımıza, hiç durup baktınız mı? Ne kadar basit ama karışık?

Allah’ın bir gününde doğuyoruz. Dünya’ya geldiğimizi bilmeden, dünyaya geliyoruz. Bu bazıları için bir ödüle dönüşürken, kimimiz için tam bir ızdırap olabiliyor.

Büyürken, çeşitli merciler ki; bunlar ebeveynlerimiz oluyor, bildikleri kadar bize hayatı öğretmeye ve tehlikelerine karşı korumaya çalışıyorlar. Zamanında onlara da yapıldı ve bu aslında içgüdüsel bir davranış.

Bazılarımızın ailesi çocuklarının üstüne aşırı düşmezken, bazılarımızın ailesi bu olayı abartabiliyor. Üzerine düşmek bir tarafa, üzerinden kalkmıyorlar adeta. İşte bu ikinci söylediğim aile yapısı benim “ne yazık” içinde olduğum sınıf. 

Babam da severdi ama annem ve babam ben küçükken ayrıldıkları için ailem sadece annemden ibaretti. Annem: Benim meleğim.

İnsanoğlu bence yaratımında birçok mucizeyi taşısa da; en kusurlu yaratık.

Binlerce insan taşırız hayatımız sonlanana kadar. Bir kısmı kaldırabileceğimizden daha ağardır. Bir kısmı ise hafif kalır. Ne derler bilirsiniz; insan eti ağır gelir!

Hayat ise insanlarla doludur ve biz onlarla yaşamaya mecburuzdur. Bu ise oldukça “ağır” sorumluluk çeker. Bize bu “çekim” bazen çekilmez gelir.

BÖLÜM 2
-Çek elini!

-Ne?

-Elini çek, rahatsız oluyorum.

“Ne?” demek ne acı… Sevgilinin söylediği ve senin hemen kavrayamadığın bu tepki cümlesi… Ne acı… Elini tutuyorsun diye…

Bir zamanlar elini tuttuğun için mutluluğu yüzünden okunan insan, şimdi ise sanki yabancıymışsın gibi sana…

Duyguları değişmiş.

Duygularımız neden değişir?

Çünkü taşıyabileceğimizi düşündüğümüz duygular, gün gelir “taşınmazlarımız” arasına girer.

Biz taşıyabilsek bile, karşımızda ki insan bizim kadar güçlü olmayabilir ve taşıyamaz. Yük gibi gelir ona. Sonunda bu yükü atar sırtından. Bizim kalbimize rahatça sığdırabildiğimiz duygu, onun sırtında hamal küfesi gibi olabilir.

Sorarız…

Neden rahatsız oldun? Benden bu kadar mı tiksiniyorsun?

Unutmayın! Alacağınız hiçbir cevap, yapacağınız hiç konuşma yada hareket onun yükünü azaltmayacaktır. Sadece sırtında taşıdığı küfenin, onun omuzlarına yüklediği yükü atmasını hızlandıracaktır. Çünkü “Naim Süleymanoğlu” değilse 342,5 kg. kaldıramaz ve inanın ondan kaldırmasını beklediğiniz ağırlık bunun çok daha fazlası…

O yüzden bırakırsınız elini… Üzülürsünüz… Ağlarsınız… İçer ve yine ağlarsınız ama sonunda bırakırsınız…  

Bizimde kaldıramayacağımız şeyler vardır. Mutluluğun getirdiği acı… İyi olmanın verdiği yalnızlık…Hayata gelmenin ağır bedeli… Bunları kaldıramayız bazen ve eziliriz. Ayrıca elimizi bırakan sevgilimiz gibi “rahatsız oluyorum” diyerek, hayattan elimizi çekemeyiz.