Hürriyet

26 Ekim 2010 Salı

:::OLGEM:::9.Bölüm::::

Sakalları pis ve iri göbeğine kadar gelen, sağ gözyuvası boş duran, dudakları metal halkalarla dolu, kel yarma, elinde tuttuğu alev makinesiyle, acıdan bayılmış olan yanık bedene doğru yaklaşır.

İçinde bulunduğu görev ve fiziksel özellikler sebebiyle, ona "işkenceci" diyebiliriz.

-İyice pişirmek lazım! Dedi işkenceci, alev makinesinin el pedalını kavrayarak.

Mazgalın aralığından, olacakları seyrediyordum. Adam, tavandan sarkan zincirlere, kollarından prangalanmış, ayakları yerden yükseksekte, yanık bedeninin taşıyamadığı başı, çoktan önüne düşmüş duruyordu. Yaşadığını sanmıyorum.

İşkenceci, alev makinesini, etleri kavrulmuş hareketsiz bedene doğru kaldırdı.

Daha fazlasına dayanamadım ve kustum! Sadece safra gelmişti. Öğürmemi duyan sadist, başını yukarı kaldırdı! O an beni görmesin diye hızla mazgaldan uzaklaşıp, sırtımı, hücremin duvarına yasladım. Ter içindeydim. Korkuyordum. Hatta biraz altımada sıçtmıştım.

Bana seslendi:

-Yarın akşam yemeğimde seni pişireceğim!

Diitttt. Kart okutma sesi! Birisi bulunduğum odanın kapısının dışında! İçeri girecek! Alüminyum kapı yavaşça aralanıyor! Dizlerimi karnıma doğru çekiyorum. Üşüyorum! Kusmuğumun keskin kokusu burnumu ve genzimi yakıyor. Açık olan tek gözümle, kapı eşiğine bakıyorum. Sol gözüm hala kapalı.

...

İçimden sayıklıyorum. Kim var orada? Kim? Neden..?

...

Kimse yok! Kapı aralık ama kimse yok! Bekliyorum kıpırdamadan...

Kalksana! Kalk ayağa! Hadi Mehdi! Yapabilirsin! Yapabilirim! Bu kaçmak için bir şans! Sadece kalk ve kapıya ilerle... Sonra bitecek, kurtulacağım. Kalkmalıyım!

-----------DOKUZUNCU BÖLÜM SONU-------------  -------------DEVAM EDECEK-------------

:::OLGEM:::8.Bölüm::::

Bileklerim acıyor. Bağlılar. Hissediyorum. Kalınca bir ip yada halat. Dokuları batıyor etime. Gözlerimi açtım ama görüntü bulanık. Yere oturmuşum...

En son... Neredeydim?

Hmmmm. Hatırladığım en son; arabadaydım. Görüntü netleşiyor. Sadece sol gözümü açamadım. Kontrol edemiyorum. Açılmıyor. Başım ağrıyor.

Kanımı yutuyorum. Hehehe. En azından dışarı akan kanın bir kısmını geri kazanmış oluyorum. Pehhh... Ne saçmalık...

Karanlık bir oda tercih ederdim fakat burası aşırı aydınlık. Beyaz ışık... Her taraf ışıkla yıkanıyor. Boş, ışıklı ve koca bir odada yanlızım.

Tam karşımda büyük bir ayna var. Neredeyse, duvarın tümünü kaplamış. Hani şu Amerikan filmlerinde ki, sorgu odalarına konan ve polislerin, arkasından sanığı izlediği tek taraflı aynalar gibi.

Sol tarafımda ki duvarda, alüminyum bir kapı var. Kapının kolu yok. Şu kartlı kapılardan büyük ihtimalle. Dışarıdan açılıyor olmalı...

Laboratuvar faresi gibiyim...

Tam yanımda, yerde ufak bir mazgal var. Tavandan, zincirle  sarkan bir deri çanta.
Hala sol gözümü açamadım... Çok halsizim, kalkmaya çalışacak hlim bile yok.
Bütün bunları, beni kızımdan uzak tutmak için yapıyorlar. Beni ne kadar tutabilirler ki?

Ne? Bu koku?

Mazgaldan, bir koku geliyor. Şey gibi... Immmm... Şey... Sanki,,,
Yanık et gibi... Hani sanki...Yanan insan eti kokusu gibi!

-----------SEKİZİNCİ BÖLÜM SONU-------------  -------------DEVAM EDECEK-------------

YİYORSA ÇIK DIŞARI !

Yağmur için yazılar yazılır.
Şiirler falan yazar insanlar.

Öylece oturup camının önünde, seyrederler yağmuru.
Sonra yağmuru ne kadar sevdiklerini anlatan sözler sarfederler.

Çık dışarı!

Hadi çıksana dışarı!

Yağmuru seviyorsun ya!
Yürü bakalım altında, ıslan donuna kadar!

Neden çıkmıyorsun?
Şeker misin eriyesin yağmurda?

Nerede kaldı, namına şiirler döktürdüğün o "yağmur sevdası"

Yemedi değil mi?

Bense o yağmurda, sırılsıklam oldum.
Onu severek ıslandım.
Gözyaşı kuruyuncaya kadar, yağmur dininceye kadar bekledim.

Onu teselli ettim.
Yağmuru sevmek...

Islanmaktır.

GECELİK

Evet.
Güzel şeylerde düşüneceğim.

Önce, şu kötü düşünce molozlarını bir atayım bünyemden.
Sonra oturup, güzel güzel düşüneceğim.

Benim kendi diktiğim, çok güzel gecelerim var.
Üzerime giyindiğim...

Gökyüzü kadar sade uzunluğunda.
Ay kadar berrak ışıltısında.
Esinti gibi kulaklarımda,her adımımda.
Yanımda...

Benim kendi diktiğim, çok güzel gecelerim var.
Üzerime örttüğüm.

5 Ekim 2010 Salı

DÖNMEYECEĞİM...

Sadece çekip, gitmeyeceğim. Üstüne üstlük, birde orada kalacağım!
Geri dönmeyeceğim!
Her döndüğümde kendimi mi bulamayacağım? Ne gerek var?
Kaybetmişim ne güzel bende kendimi... Aramak istemiyorum.
Seviyorum bütün sevgililerimi; Bir yerlerde, bazı zamanlarda, onlarda sevmişti beni...
Sevmiyorum kendimi, onlar sevmedikçe beni.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

:::OLGEM:::7.Bölüm::::

-Onu gördüm! Mehdi'yi! Kaçarken gördüm. Bağırdım arkasından! Küfürler ettim! Sövdüm! Sonra... Sonra, ağlamaya başladım... Hep ağladım, yalvarırken Allah'a...

Metin Alaca, ellerini başına koyar ve ağlamaya başlar. Saçlarını çekip, yüzünü sıkar. Biz, şimdilik Metin'i acısıyla başbaşa bırakıp, o evden uzaklaşıyoruz. Şizofren katil, Mehdi'yi de, kaçışına terk edip, Bodrum'dan da uzaklaşıyoruz. O tarihten de uzağa...

İstanbul'a geri dönüyoruz. Şimdiye dönüyoruz. Gecenin üzerine yapıştığı, yollarda devam eden araba yolculuğuna... 

Saat 02:00 olmuştu.

Metin Alaca arabayı sürerken, yanında ki koltukta uyuyan Mehdi'ye çevirdi kafasını...

Yavaşça mırıldanmaya başladı:
-Uyu bakalım. Uykunu iyice al. Bu son uykun olacak!

Bir kaç kilometre sonra, anayoldan çıkarak, boş bir arazide arabasını, yavaşça durdurur. Emniyet kemerini çözer ve eliyle onu dürter.
-Uyan. Geldik.

Mehdi, mahmur gözlerle, yayıldığı koltukta, doğrularak:
-Hmmm. Ne? Geldik mi?

Metin:
-Evet. Yolculuğumuz burada bitiyor. Biliyor musun? Seni bulana kadar, hep ne yapacağımı, sana nasıl acı çektireceğimi, bana nasıl yalvaracağını hayal ettim. Kızımı benden aldığın o günden beri...
Sapık hastalığın yüzünden, mahkemede suçsuz bulunduğun günü hatırlıyorum. O salondan çıkarken, bana sırıtan yüzünü...

Mehdi'nin gözleri şaşkınlık ve biraz da korkuyla açılır. Uykulu hali dağılır ve anlam veremediği bu konuşmayı bölerek:
-Ne diyorsun sen? Beni biriyle mi karıştırıyorsun?

Metin, sağ elini koltuğun altına yavaşça uzatır ve Mehdi'ye göstermeden, sakladığı bıçağı kavrar. Dikiz aynasını kontrol eder. Mehdi şaşkın bir ifadeyle, onu izlemektedir.
Metin sakince sorar:
-Sadece bir şey öğrenmek istiyorum.

Metin, bıçağı o anda, birden çıkartıp, Mehdi'nin boğazına dayar. Metin'in bıçağa yüklenmesiyle, Mehdi'nin boynundan bir parça kan akar!
Mehdi, korkudan dili tutulmuş, bıçağın, ışıldayan çeliğine bakmaktadır.

Metin, dişlerini sıkarak, gözlerini Mehdi'nin gözlerine diker ve söze devam eder;
 -Kızım sana yalvarırken, çırpınırken, senden merhamet dilerken, çaresizce senin gibi hasta bir pezevenkten, acıma beklerken, masum kalbi korkudan titrerken, biran olsun, sadece bir an, vicdanın sızlamadı mı? 

Mehdi, panikle kekelemeye başlar. Alnı ve bütün yüzü birden ter içinde kalır!
-N..ne di..diyorsun? Kızını tanımıyorum. B..ben...K..kı..kızım öldü benim. Se.. Ki..kimsi...ben... Bahar benim kızım. O..nu kurtarmalıyım. S..Sen Kimsin?

Metin, iyice bıçağa yüklenir!
-Yıllar önce, karımı kaybettiğimde, kızımı sana emanet etmiştim. Sen en yakın arkadaşımdın! Güvenebileceğim yegane insan! Karım lenf kanseriydi ve kızım o zaman çok küçüktü. Onunla ilgilenmen için sana emanet ettim. Bende, karımı alıp, yurtdışına doktor aramaya gittim. Bütün ülkeleri, bütün doktorları dolaştım! Onu tedavi ettirmek için ama her geçen gün gözümün önünde, biraz daha eriyordu...

Haykırarak, devam eder:
-Tam üç yıl boyunca, onun nasıl eridiğini seyretmek zorunda kaldım!

Yarım bir nefes alır... Sesini tekrar alçaltır:
-Sen... Sen adi, insanlık dışı, ahlaksız bir yaratıksın! Elif senin şizofren olduğundan bahsetmişti bana. Hatta seni tedavi ettirmek için uğraşıyordu. Seni babası gibi görüyordu çünkü!

Yine bağırarak devam eder:
-Seni benim kadar seviyordu!

Mehdi, ağlamaya başlar:
-Özür dilerim... Özür dilerim. Ben... Çok...Çok özür dilerim...

Metin, dişlerini iyice sıkar ve gözlerinden akan bir damla yaşın tuzlu tadını yutkunur. Mehdi'nin boğazına dayalı, elinde sıkıca tuttuğu bıçağı bütün gücüyle içeri iter! Mehdi'nin soluk borusuna kadar giren bıçağı sağa ve sola hareket ettirerek, onun boğazını keser!

Her tarafa kan sıçrar! Camlara, koltuklara, Metin'in yüzüne ve arabanın her yerine!

-----------YEDİNCİ BÖLÜM SONU-------------  -------------DEVAM EDECEK-------------

27 Temmuz 2010 Salı

:::OLGEM:::6.Bölüm::::

Kapının açıldığını fark edince, şizofren katilimiz,panikleyerek, zaten alçak olan evin penceresinden atlar.

Bahar'ın, gerçek babası gelmiştir.

Daha sonra olayı, polise şöyle anlatır: 
-Akşam yemeğini birlikte yiyecektik. Ben, Elif Bahar ve o!"

Polis memuru:
-Kızınızın adı Elif değil miydi?

*Burada öldürülen kızın, aslında Metin alaca'nın kızı olduğunu öğreniyoruz.

Metin Alaca:
- İki ismi var. Elif Bahar!

Polis memuru:
-Peki. Ya sonra ne oldu?

Metin Alaca:
-Anahtarı deliğe sokmak istedim ama kapı açıktı! İlk defa bu kadar inanarak, bu kadar içten dua ettiğimi biliyorum! Şoka girmeden önce tam olarak hatırladıklarım şu şekilde: "Bahar" diye seslendim! Cevap gelmedi Soğuk terlerle sulanmış elimi, anahtara götürüyorum. Işıkları açıyorum.

Kör bir insan görmek ister, bense o an kör olmayı diledim, gördüklerim karşısında! Halının üzerinde, minik meleğimin bedeni, cansız yatıyordu!

Yaklaştım... Bir... Bir eksiklik vardı... Kafası... Allah'ım... Kafası yerinde değildi! Boğazım düğümlenmiş, nefes alamıyordum! Evin duvarları beni eziyordu! Ellerimin titremesini durduramıyordum! Çığlık atmaya çalıştım ama sesim yok olmuştu!
 Kızımın, minik Bahar'ımın kafasını arıyordum! Bulmalıydım! Eğer başını yerine koyabilirsem... Eğer başını... Yerine takabilirsem... O zaman... Belki o zaman... Allah'ım bu gerçek değil! Olmasın! Yalvarırım!

Bulamıyordum! Kızımın kafasını bulamıyordum!

Haddinden fazla açık olan, perdelerin uçuştuğu arka pencereye yöneldim. İşte o anda!

Sessizlik...


Polis memuru sıkılır:
-Evet. O anda? Ne gördünüz? Ne oldu?


-------------ALTINCI BÖLÜM SONU--------------- -----------DEVAM EDECEK----------------

16 Temmuz 2010 Cuma

:::OLGEM:::5.Bölüm::::

Elif, mutfakta akşam yemeği için hazırlık yaparken, içeride sessizce oturan babasına seslenir.

Elif:
-Baba, bu akşam Metin Abi ve Bahar gelecek. Belki hatırlarsın. Bahar’ın doğumgünü bugün. İki yaşına girecek. Metin Abi seni de merak etmiş ayrıca. Ben de bize davet ettim.

Boş gözlerle, televizyon karşısında, tepkisiz oturan baba ayağa kalkar ve mutfağa doğru gider. Mutfağın kapısından, kızı Elif’in yemek yapmasını seyreder. Elif’in elindeki bıçakla sebzeleri hızlı ve tertiplice doğramasını izlemeye başlar. Bıçağın, doğrama tahtasına her vuruşunda çıkarttığı o ritmik ses… Elif, babasına döner, gülümseyerek...
-Yardım etmek ister misin?

Adamda ses yoktur.

Elif:
-Baba? İyi misin?

Tahtaya vuran bıçak sesi, beyninin içinde zonklamaya başlar. Bıçak, sanki kafasının içinde, sebzeleri değil, onun beynini keser gibidir! Başını, ellerinin arasına alıp, gözlerini sıkıca kapatır ve birden bağırır!
-Yeteer! Yeteeeeeer!

Elif, korkuyla elinde ki bıçağı sıkıca kavrar! Titrek bir ses tonuyla…
-Baba, ne oldu? N-Neden bağırdın?

Baba bağırarak:
-İstemiyorum onları! Gelmesinler! Kızını da istemiyorum, o şerefsiz Metin’i de! Burası benim evim! İstemiyorum! Gelmeyecekler! Anladın mı? Anladın mı diyorum sana? Anladın mı? Cevap ver bana!

Elif:
-Baba, neden böyle yapıyorsun? Neden bu kadar kızdın?

Baba:
-Bana baba deyip durma! Metin benim küçük kızımı çaldı! Bahar onun değil, benim kızım! Bende senin baban değilim! Senin gibi bir fahişenin babası olamam ben!

Elif, şaşkınlık, tedirginlik ve korkuyla perçinlenmiş bir surat ifadesiyle, elini mutfağın üst rafına uzatır ve rafın kapağını açar. Orada ki “Xanax” kutusuna ulaşır.
-Baba, istersen biraz sakinleş. Sana ilaçlarını vereyim. Olur mu? Sonra oturup, konuşuruz.

Baba, daha da sinirlenerek, Elif’in üzerine yürür!
-Seni küçük orospu! Beni öldürmek istiyorsun değil mi?

Elif’i bileklerinden sıkıca tutup, sarsmaya başlar! Ağzından tükürükler saçarak, küfür etmeye devam eder! Bütün bu korkunç tavırlar karşısında, babasının ona yaptığına anlam veremeyen Elif, ağlamaya başlar. Babası, Elif’, yere savurur ve üzerine çıkıp, tokat atar. Bir… İki… Üç… Ve durmadan vurur! Elif’in yüzü kan içindedir. Sonra babası tezgahın üzerinde ki bıçağa uzanır!

Elif, yediği tokatların etkisiyle bilincini kaybetmiş ve bayılmıştır! Kızının saçından tutan baba, elinde ki bıçağı bir anda, onun boğazından içeri sokar! Elif, o acıyla kendine gelir ve belli, belirsiz böğürerek, çığlık atar ! Hala canlıdır! Boğazına giren çeliğin soğukluğunu, sıcak kanının akışı hisseder! Babası sanki tavuk kesiyormuş gibi hızlı ve rahat hareketlerle, kızının can çekişmeleri arasında, boğazını kesmeye devam eder! Bütün çırpınmalara rağmen, Elif, en sonunda, yaşama isteğini bırakır! Mücadele edemeyecek kadar kan kaybetmiştir. Ayak parmaklarından başlayarak, bedeni hissizleşir ve uyuşur! Babası, en sonunda, kızının kafasını, bedeninden ayırır! Her taraf kan içindedir! Elif, bir iki saniye daha, başsız vaziyette çırpınır…

Babası, yavaşça ter içinde ki alnını sol elinin tersiyle silerek, Elif’in üzerinden doğrulur. İşte tam o anda, kapının çalınmasıyla panikler!

------BEŞİNCİ BÖLÜM SONU-------- ---------DEVAM EDECEK---------

14 Temmuz 2010 Çarşamba

:::OLGEM:::4.Bölüm::::

Bütün bu olaylar yaşanmadan evvel…

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Rıdvan Semerci ile yapılan konuşma:

Başhekim:
-O’nun, ağır “şizofreni hastası” olduğunu söyleyebilirim! Şizofrenin çeşitli seviyeleri vardır. Bunlardan bir bölümü, hastanın normal hayat akışını çok etkilemez. Hasta bununla yaşayabilir ama bir de “ağır şizofreni” vakaları var. Hastalık, genelde 25 yaş üzerindeki bireylerde görülmez. Yine de ender olarak daha ileriki yaşlarda ki kişilerde de rastlanması mümkün. Hasta gerçek dünyayla uyum sağlayamaz ve hayal dünyasında hapis olur! Toplumdan uzaklaşır. Konuşma ve algılamada farklılıklar ve uyumsuzluklar sergiler.

Elif:
-Peki, tedavisi mümkün mü?

Başhekim:
-İlaç tedavisi ile iyileşme şansı var fakat bu süreç zor ve uzundur. Hasta, tedaviyi reddedebilir yada bünyesi tedaviye direnç gösterdiği için önemli yan etkiler meydana gelebilir.

Başhekim, ellerini birbirine kavuşturur. Derin bir nefes vererek, arkasına yaslanır. Sağ eliyle,gözlüğünü çıkartır ve masanın üzerine koyar.

Başhekim, Elif’e bakarak söze devam eder:
-Size karşı açık sözlü olacağım. Bugüne kadar, şizofrenin tam olarak iyileştirildiğini söyleyemem! Seviyesi gerileyebilir ama hastalığın tamamen ortadan kalkması mümkün değil!

Elif, umut arayan gözlerle sorar:
-Ne yapacağız o zaman ?

Başhekim:
-Yanında olmaya gayret gösterin. Onunla sürekli iletişim kurun. Birlikte bir şeyler yapın ve kalabalık yerlerden… Yani toplumdan uzak tutun. Kendine yada başkalarına ciddi zararlar verebilir. Siz, onun hem gerçek hem de hayal dünyasında önemli bir yere sahipsiniz. Bu yüzden size zarar vermeyecektir. Hem biz ona ulaşana kadar kaybedeceğimiz süre, uzun olabilir. Siz ise ona zaten ulaşmış durumdasınız.

Bu konuşmalardan 2 ay sonra… Bodrum’un Kızılburun Mevkii’nde ki Gündoğan Beldesi’nde müstakil bir evin içinde…

-------DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SONU----- -------DEVAM EDECEK-------

13 Temmuz 2010 Salı

:::OLGEM:::3.Bölüm::::

Metin’in ilerleyen zamanlarda bana anlattığına göre;
Bundan yıllar önce eşinin, lenf kanseri olduğunu öğrenmiş ve onu tedavi ettirmek için elinden geleni yapmış fakat onu kurtaramamıştı. Hiç çocukları olmadığı için eşinin ölümünden sonra Metin yalnız kalmış, bir süre sonrada depresyona girmişti. Sonra ki günlerde, GTD projesinin yaratıcı isimleri arasında yer almıştı.

GTD hakkında, halktan kimse tam bilgi sahibi değildi. Sadece çeşitli söylentiler dolanıyordu. Bunlardan en ilginç olanı ise oradaki mahkumların bir dizi deneye tabi tutulduğu dedikodusu. Sağlıklı mahkumlardan alınan DNA, kemik ve doku örnekleri inceleniyordu. Daha sonra örnekler, ölen insanlarınkiyle karşılaştırılıp, onları tekrar hayata döndürmek için kullanılıyordu. GTD’nin eline düşmüşseniz, ölü yada onların deyimiyle “hayvan” sayılırsınız! Kimsenin önemsemediği hayvanlar! Aileniz, arkadaşlarınız, sevdikleriniz size bir daha ulaşamaz. Kimliğiniz elinden alınır! Ordaysanız, sizi kimse kurtaramaz!

Metin, şimdiye kadar başarılı olunup, olunmadığı konusunda bir şey söylemedi. Bence Metin, lenf kanserinden kaybettiği eşini, tekrar hayata döndürmeye çalışıyor. Acısını anlıyorum. Bende kızımın öldüğünü düşündüğümde, yeniden ona kavuşmak için her şeyi yapmaya hazırdım. Yine de, bu yapılanlar doğru değil! Tanrı rolünü oynamaya çalışan zavallılar…

Bu konuya sonra devam edeceğim.
Metin’i de yanıma alarak, evden çıktım ve kapının önünde duran Metin’in arabasına bindik. Kısa bir sessizlikten sonra…

Ben:
-Nereye gidiyoruz ?

Metin:
-Seni her şeyin kaynağına götürüyorum. GTD’ ye gidiyoruz! Daha önce hiçbir sivil oraya girmedi!

-------ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SONU------ -------DEVAM EDECEK--------

7 Temmuz 2010 Çarşamba

:::OLGEM:::2.Bölüm::::

Saat 11:30. Alarm çalıyor...Şimdi kalkamam... Çok uykum var... Saat öğlene geliyor ama ben... Gözlerimi, en az bir saat daha kapalı tutmak istiyorum. Mmmmm.

"Bahar, kızım ! Ses yapma! Oyuncaklarınla oyna, ben uyuyorum! Hadi kızım. Bahar, hadi aşkım! Kapat şu televizyonu! Ses yapma".    

İşte o an, Bahar'ın ses yapması, hatta yapabildiği en büyük gürültüyü çıkartması için herşeyimi feda ederdim!

Televizyonun sesi, yan komşudan geliyordu. Duvarlar çok kalın değildi ve komşumuz, hırsızları uzak tutmak için sabaha kadar televizyonunun sesini açık tutuyordu. Bahar, değildi... Bahar yoktu... O kadar var gibiydi ki oysa... Ben sadece, onun varlığına olan özlemim ve alışkanlığımdan, sanki o varmış gibi kendi kendime sayıklamıştım... Sabah sabah... 

Kendimi toparlıyorum! Ayaklarımda toplanan ağrıların, üzerine tekrar basarak, mutfağa gidiyorum. Bir bardak su içiyorum.

"Şimdi avukatımı aramalıyım! Ona dün gece olanları anlatmam lazım."

Bu düşünce aklımdan geçerken, kapı çalındı! Telefonu masanın üzerine bırakıp, kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda, karşımda hiç beklemediğim o adam belirdi. Hani şu liberal, burnu havada tip! Bu o! Bu o züppe hıyar! Hor gören tavırlarıyla bana bakıyordu! Kağıt parçalarına basılan diplomalarla, insanları sınıflandıran zengin serserinin teki işte! Metin Alaca!

Ben:
-Evet. Ne istiyorsunuz Metin Bey? Önemli işlerim var! Hemen çıkmam lazım!

Metin Alaca:
 -O zaman hemen konuya gireyim! Sana yardım etmek için buradayım!

Ben:
-Hmmmm. Tamam. Gel benimle, yolda konuşuruz.

Metin Alaca, şaşkın bir ifadeyle:
-İyi ama... Sen... Bana neden...?

Ben, zaten bitiremediği sözünü keserek:
-Sana neden yardım etmek istediğini sormayacağım. Burada konuştuğumuz her dakika, kızımı kurtarma şansım azalıyor! O yüzden, senden hoşlanmasam da, her tür yardıma açığım!

Hala şaşkındı... Ceketimi ve sigaramı alıp, evden çıktım. Bana bakıyordu. "Hadi, gidelim" anlamında, başımla işaret ettim. Birlikte apartmandan çıktık. Şimdi kızımı kurtarmalıydım!

-------İKİNCİ BÖLÜM SONU--------                    --------DEVAM EDECEK--------

6 Temmuz 2010 Salı

""""""ÇİZİMLERİM""""""

:::OLGEM:::1.Bölüm::::

Dünya çeşitli kahinlerin söylendiği gibi yada bazı vesvesecilerin anlattığı gibi, ne meteor çarpması ne de herhangi bir doğal afetle yok olmadı. Kutsal kitaplar da yazılan şekilde de yok olmadı! Ekolojik denge bozuldu fakat yıllar geçtikçe, bilim adamları çaresini buldu ve küresel ısınma durduruldu ve hayat geri kazanıldı.
İnsanlığa musallat olan hastalıkların devası birer birer bulunmuştu. 2092 yılında, bütün milletler birleşti. Ülke kavramı ortadan kalkmıştı ve herkes, sadece "Dünyalı" olarak anılıyordu! Başta; Amerika, Almanya, Rusya, İsrail, İran ve Filistin, olmak üzere, 72 ülkenin başkanları, 2093 yılında "Silahsızlanma Antlaşması" imzaladı. Silah ve asker gücü barındırmak yasaklanmıştı! Bütün milletler, kaynaklarını ve güçlerini birleştirdi!

İnsanlar çok az suç işliyordu. 2097 yılında bütün hapishaneler kapandı ve eski mahkumlar, rehabilitasyon ile topluma kazandırılıyordu. Tatsızlık yada sorun çıkarıp, kanunlara karşı gelenler çok farklı bir şekilde cezalandırılıyordu!
Suçlular, "GTD" adıyla, teşkilatlanan, polis gücü tarafından, özel hazırlanmış, bir çeşit "çiftliğe" götürülüp, orada, hayvan barınaklarına yerleştiriliyordu! Onlara, insanlar; Hayvan adam diyordu! "Eğer insanlarla uyum içinde yaşayamıyorsan, hayvanlarla yaşamayı hak ediyorsun!". Bu söz, GTD'nin kurucusu olan, Alvin McKennit'in ideolojisini güdüyordu. Dolayısıyla, GTD'nin de...
Barınakları, kimse görmemiş ve tam yerini bilmiyordu. GTD tarafından sır gibi saklanan, bir hayalet bölgeydi! Bugün ki, Makedonya civarında konuşlandığını duymuştum. Metin Alaca; Oranın yapımında çalışan ve daha sonra yönetiminin başına geçen, yüksek mimardı. Yaptığımız konuşmalarda, samimiyetime güvendiği için bana biraz bahsetmişti. Normalde, GTD yetkilileri ve barınak çalışanları dışında, herhangi birine asla sözü edilmezdi. Orası unutulanlar içindi... Sadece hayvan adamlar için...

Suçluların, buraya sevkıyatından sonra, bazı operasyonlar yapılıyordu. Barınaklara yerleştirilmeden önce, çeşitli işlemlerden geçiriliyorlardı. İnsani yaşam şartları, Dünya genelinde, oldukça iyileştirilmişti ve herkesin insani yaşam standardı oldukça yüksekti. Buna rağmen, az da olsa, suç işlenmesi kabul edilemez bir durumdu!
Suçun cezası çok ağırdı! Hatta insanlığın bilinen bütün ahlaki kurallarına ve inanışına tersti! GTD'nin sevk ettiği mahkumlar, sadece, anıldıkları adlarıyla değil, görüntüleri ile de, bir çeşit, hayvan adama dönüştürülüyordu! Üzerlerinde cerrahi operasyonlar uygulanıyordu! Şekil olarak, hayvana benzetiliyordu, mahkumlar! Bedenleri, kesilip, biçiliyor, fiziksel yapılarına, hayvan görüntüsü veriliyordu! Bu tamamen insanlık dışıydı! Mahkumların psikolojisi de, bir süre sonra değişiyor ve artık insan olmadıklarına kanaat getiriyorlardı. Diz kapakları ve ayak bilekleri arasında ki bölüm kesilerek çıkartılıyordu. Sonra, diz eklemine, ayak monte ediliyordu. Aynı şekilde, dirsek ve bilek arasındaki bölümde atılıyor ve el, dirsek eklemine dikiliyordu! Çapraz ve düz bağların yerleri, hayvan anatomisine benzer şekilde değiştiriliyordu!

Mahkumlar, ameliyatlar bittikten sonra ise birer barınakta, hayvan gibi yaşayıp, ölene kadar orada kalıyordu. Metin, bu olanlara en başta destek verse de, zamanla rahatsızlık ve vicdan azabı hissetmeye başlamıştı. GTD ile bu rahatsızlığını paylaştığında ise sert bir cevap aldı ve işinden uzaklaştırıldı. Biz o günlerde tanıştık.

Biraz kendimden bahsedecek olursam; Adım Mehdi. Eski bir teknisyenim. Kızımı kaybettikten sonra işimi yapamamaya başladım ve bırakmak zorunda kaldım. Küçük kızım, benim bütün dünyamdı. Annesi, doğumu sırasında, aşırı kanamadan vefat etti. Ölen eşimin adı; Ezgi. O, çok güzel bir kadındı. Çoğu insan eşini meleğe benzetir. Fakat o gerçekten bir melekti. Gören herkes, meleğe benzediğini söylerdi. Nihayet, gönderildiği cennetine geri gitmişti! Kızımsa, evime giren, adi bir hırsız tarafından katledildi. Daha altı yaşındaydı! Kızımın adı ise Bahar. Nisan doğumlu, tıpkı benim gibi... Soğuk ve karanlık bir gece de, yaklaşık 22:00 civarı, kızım yanıma gelerek, dondurma istediğini söyledi. Gülümsedim, saçını okşadım ve "tamam. Ben şimdi alıp, gelirim" dedim. Hemen binanın altında bakkal vardı. Gittiğimde kapalı görünce, bir an eve dönüp, "bakkal kapatmış. Yarın alırız" demeyi düşündüm. Allah kahretsin! Binlerce kez lanet olsun bana! Yapmadım! Eve, kızıma dönmedim. Üzülmesin diye! Masumlaşmasın diye! Açık yer aramaya başladım! Vanilyalı dondurma. 3 Kg. vanilyalı dondurma! Buldum! Apartman kapısını açmak için anahtarı elime aldığımda, içeriden biri kapıyı, hızlıca açtı. Acelesi olmalıydı çünkü omzuma çarpıp, özür bile dilemeden, uzaklaştı...

İçimde bir şey filizlendi o an! Tedirgin oldum! Merdiven basamaklarını, hızla, ikişer ikişer tırmanmaya başladım! Katıma geldim. Anahtarı, deliğe oturtacağım sırada, kapı hafifçe aralandı! Kapı açıktı! İlk defa bu kadar inanarak, bu kadar içten dua ettiğimi biliyorum! Şoka girmeden önce tam olarak hatırladıklarım şu şekilde: "Bahar" diye seslendim! Işıklar açıktı ben gittiğimde... Şimdi kapalı... Soğuk terlerle sulanmış elimi, anahtara götürüyorum. Işıkları açıyorum.
Kör bir insan görmek ister, bense o an kör olmayı diledim, gördüklerim karşısında! Halının üzerinde, minik meleğimin ufacık bedeni, cansız yatıyordu! Yaklaştım... Bir... Bir eksiklik vardı... Kafası... Allah'ım... Kafası yerinde değildi! Boğazım düğümlenmiş, nefes alamıyordum! Evin duvarları beni eziyordu! Ellerimin titremesini durduramıyordum! Çığlık atmaya çalıştım ama sesim yok olmuştu! Kızımın, minik Bahar'ımın kafasını arıyordum! Bulmalıydım! Eğer başını yerine koyabilirsem... Eğer başını... Yerine takabilirsem... O zaman... Belki o zaman... Allah'ım bu gerçek değil! Olmasın! Yalvarırım!

Bulamıyordum! Kızımın kafasını bulamıyordum! Kapıda, girişte bana çarpan adam! Hızla koşmaya başladım! Koşarken ağlıyordum. Bağıra bağıra, böğürerek ağlıyordum! Küfürler ederek, çıktım sokağa! Bir süre sonra komşular polisi aramış ve polis gelmişti. Anlatabildiğim kadar, konuşabildiğim kadar, hıçkırıklar içinde, adamı tarif ettim.
Ertesi gün, ağlamaktan acıyan ve uykusuz gözlerimle, televizyon seyrederken... Kanallardan birinde, Metin Alaca'nın konuk olduğu tartışma platformu dikkatimi cezp etti. GDT aleyhinde konuşuyordu. Başının ne kadar belaya gireceğinden haberi vardı ama herkesin gerçekleri bilmesi gerektiğine inanıyordu. Suçlulara uygulanan, "insanlık dışı" ceza infazlarının kaldırılması gerektiğinden ve kamuoyunun desteğine ihtiyaç duyduğundan söz ediyordu.

Elimde ki votka bardağını, televizyona fırlattım! "Orospu çocuğuuuu!!!". "Kimi savunuyorsun? Haa? Kimi? Kızımı öldürdüler! Ne hakkı? Onlar sadece, acı içinde geberme hakkına sahipler! Orospu çocukları! Sende orospu çocuğusun!". Saatlerce bağırıp, küfür saçtım etrafa, evin içerisinde o gün...

Kendi kendime bir karar aldım! Kızımın katilini, polisten ve GTD'den önce bulup, ellerimle gebertecektim! Tamda bu kararı aldıktan, bir kaç gün sonra polis telefon etti. Ellerinde, verdiğim tarife uyan şüpheliler olduğunu ve karakola gelip, teşhis etmemi istediler benden. Üç şüpheli vardı. Tek taraflı camın arkasından, dikkatlice inceledim. İçlerinden sol taraftakini net göremiyordum. Karanlıkta kalıyordu, diğerlerine nazaran. Rica ettim, polis memurundan. Adamı bir,iki adım öne çıkarttılar.

İşaret parmağımı öfkeyle, ona doğru sallayarak; "İşte bu şerefsiz! İşte bu orospu çocuğu!" diye bağırdım! Memur sakin olmamı söyleyerek, beni telkin etmeyi deniyordu. Adamı sorgu için aldılar ve diğerlerini serbest bıraktılar. Beni de evime dönmem konusunda ikna ettiler.

Bir hafta sonra. Mahkeme günü. Karar anı!
"Delillerin,sanığın aleyhine bulunması sebebiyle, suçlamaları çürütecek sav görülemediğinden, olay yerindeki kanıtların ve alınan ifadelerin doğrultusunda, toplum huzurunu bozan davranışlar sergileyen sanığın; Haneye tecavüz ve birinci dereceden kasti cinayet ile ömür boyu mahkumiyetine ve cezasının derhal infazına karar verilmiştir."

Kararı sükunetle dinledi. Katilin yüzünde donuk bir ifade vardı. O şerefsizin yıkımını dilemiştim ve kabul olmuştu ama ona bakan nefret dolu bakışlarım karşısında, en ufak bir tepki alamamıştım. Sanki hazırmış gibiydi. İfadesiz suratını bana çevirdi. Yüzüme bakıyordu. Onu götürmek için kollarına giren polislere hiç direnmedi. Mahkeme salonundan çıkıyordu. Ben nefret dolu gözlerimle, içimde ilk defa, birini bu kadar çok öldürmek istediğimi, ona hissettirmeye çalışırken, o öylece sakin bakıyordu ki bana... Bu sakinliği beni çıldırtmaya başlamıştı! Başım kızışıyordu!

Önümden geçti. Yumruğumu ve dişlerimi sıkıyordum! Tam kapıdan çıkarken, başını arkasına çevirdi... Lanetler okuyan gözlerimle tekrar buluştu ve çirkin dişlerini gösterecek şekilde dudaklarını aralayarak, alay edercesine, bana gülümsedi! Bu, benim çileden çıkmama yeter de, artadı bile... "Ne sırıtıyorsun be a... kodumunu şerefsizi!" Salyalar saçarak, küfürler savurmaya başladım ve onu ellerimle gebertmek için üzerine saldırdım!

"Ne sırıtıyorsun be a... kodumunu şerefsizi!" Salyalar saçarak, küfürler savurmaya başladım ve onu ellerimle gebertmek için üzerine saldırdım! Polisler beni tuttu. Ona sadece bir kere olsun vurmalıydım. Beni neden tutuyorlar? Neden bu pisliği koruyorlar? Bağırdığımı biliyorum. "Bırakın, bırakında geberteyim bu şerefsiz, kansız ibneyi!!!" Bırakmadılar! Hala gülümsüyordu... Onu dışarı çıkarttılar, beni de bir sandalyeye oturttular. Ağlamaya başladım sonrasın da…
Metin Alaca isminde ki, adını sadece medyadan duyduğum o adam yanıma geldi. Meğerse, salondakiler arasında, davayı izleyenlerdenmiş. O dakikaya kadar fark etmemiştim. Elini omzuma koydu ve oturdu. Konuşmaya başladı. "Kaybını ve öfkeni anlıyorum fakat inan bana, onun başına gelecekleri tahmin bile edemezsin! Cezasını; Senin ve diğer pek çok insanın hayal edemeyeceği kadar ağır şekilde çekecek" dedi. Tam üç gün sonra... Kızımın yasıyla baş başa evimde oturuyordum. Kül tablasından taşan izmarit dağını seyrederken, kapı çalındı! Hiç umursamadım. Bir daha çalındı! Sigaramdan, derince bir fırt çektim ve ayaklarımı önümdeki sehpanın üzerine uzattım. Kapı yine çalındı. Sonra bir daha ve tekrar... Gelen her kimse ısrarcı biriydi. Sigaramı yavaşça küllüğün kenarına yasladım. Elimle, ağlamaktan acıyan gözlerimi temizledim. Kapının koluna yöneldim. Elim tokmakta, "Kim o" diye seslendim. Cevap yoktu! Göz deliğinden baktım. Kimseyi göremiyordum. kimse yoktu dışarıda. Merak ettim ve kapının tokmağını yavaşça çevirdim. Hafif aralanan eşikten, göz ucuyla dışarı baktım. Görünürde, herhangi biri yoktu.

Bu sefer ardına kadar açtığım kapıdan, bir adım dışarı çıktım! Ensemde bir nefes hissettim ve başıma aldığım, ani bir darbe ile bayılmadan önce yere düşerken hatırlıyorum kendimi. Kimseyi görmemiştim. Ne kadar baygın kaldığımı bilmiyorum. Kendime geliyordum yavaş yavaş. Sıcak nefesimi duyuyordum. Kafama torba geçirilmişti. Ellerim arkadan bağlıydı. Bir aracın içindeydim. Gittiğimiz yol bozuk olmalıydı çünkü araç çok sarsılıyordu. Göremiyordum ama etrafımda, benden başka kimseyi de hissetmiyordum. Tahminimce, iki saate yakın sürdü, bu yolculuk. Sonunda araç durmuştu. Kimin yada kimlerin, beni neden kaçırdığını bilmiyordum! Nasıl olsa, bunu birazdan öğrenecektim! İki kişi beni sürükleyerek, aşağı indirdi! Korkmuştum ve çıtım bile çıkmıyordu! Sırtıma sert bir tekme yedim ve yere kapaklandım! Dizlerimin üzerine kaldırdılar beni. Kafamda ki torbayı çıkarttı birisi...

Karşımda beliren manzarayla, nutkum tutuldu! Bu... Bu... İmkansız! Olamaz! Nasıl mümkün olabilirdi? Birden sevinçle çığlık attım! "Kızıımm! Bahar'ım! Kızım!". Kızım, sapasağlam, kanlı canlı karşımda duruyordu! Bu... Bu benim kızımdı! Yaşıyordu! Bunlar yaşanırken, adamlardan biri ellerimi çözdü. Heyecan ve sevinçle ayağa kalktım! Gözlerim ve kalbim yerinden fırlayacaktı sanki! Koşup, karşımda öylece duran ve bana gülümseyen kızıma sarıldım! "Evet! Evet! Ona sarılabiliyorum! O gerçek! Yaşıyor!" Allah'a binlerce kez şükürler olsun! Kızım yaşıyordu! O da bana sarıldı minik ve sıcacık, sevgi dolu kollarıyla! Kokladık birbirimizi! İçimize çektik! Kızımın arkasında, elinde silahı olan iki adam, benim yanımda da, silahlı iki kişi daha vardı. Öylece duruyor ve bizim kavuşmamızı izliyorlardı. Sonsuza kadar, öylece kalabilirdim! Kızıma, dünyama kavuşmuştum! Kızımın arkasında ki adamlardan biri elini uzattı ve Bahar’ı kolundan sertçe tuttu! Yerimden fırladığım gibi adamın üzerine atladım! Savurduğum yumruğum, herifin tam burnuna yerleşti! Duyulan kırılma sesiyle, kanaması bir oldu! Bunu gören diğer adam, dikildiği yerden öne çıkarak, silahının kabzasıyla yüzüme sertçe vurdu! Dengemi kaybederek yere serildim!

Silahını bana doğrultarak:"Kızın yaşıyor! Kardeşimizi boş yere mahkum ettirdin! Bilmeden! Yok yere, müebbet mahkumiyet aldı! Sen onun özgürlüğünü, insanlığını çaldın! Onu, iki gün sonra hayvan adama çevirecekler! Eğer kızının canlı kalmasını istiyorsan, kardeşimizi içeriden çıkart! Artık onun katil olmadığını biliyorsun! Gidip, kızının yaşadığını herkese anlat! Kardeşimiz iki gün içerisinde serbest bırakılmazsa, kızının kafasını kendi ellerimle keserim! Yavaş yavaş çığlıklarını dinlerim! Çabuk ol! Geciktiğin her dakika, kızının hayatından çalıyorsun!" Sözlerini bitirdi ve suratıma, sert bir tekme savurdu! Kızımın "baba" diye haykıran çığlıklarını işittim. Arabaya binerek, tozu dumana katıp, hızla uzaklaştılar! Çaresiz izleyen gözlerle baka kaldım... Kendimi toparladıktan sonra otobana yürüdüm. Uzunca süren yorgun yürüyüşümün ardından, yoldan beni alan bir kamyonla evime dönmüştüm. Saat sabaha geliyordu. Evimde, o gece olanlara anlam vermeye çalışıyordum! Beynim düşünemiyordu! Çok yorgundum ve önce kızımı geri alıp, sonra soru sormaya karar verdim! Nereden, nasıl başlayacağımı düşünürken, kanepenin üzerinde uyuya kalmıştım...

-------BİRİNCİ BÖLÜM SONU--------                    --------DEVAM EDECEK--------

:::J'Y SUIS JAMAIS ALLE:::

Ağlamak istiyorum, o şarkıyı dinledikçe... Ağlamak istiyorum ama öyle sizin bildiğiniz gibi değil! Benim sitilimde... Olmayan, boş odada ki, pembe, eskimiş, üzerinde, soluk vazonun durduğu sehpanın yanında, aşkla bana gülümseyen o masum sevgiliye; Dolu dolu sarılıp, ağlamak istiyorum! Ne güzel çiçekler ekmiştik arka bahçemize. Hatırladığım kadarıyla; Lavanta, papatya, gül ve menekşeler vardı. Ben ilgilenmezdim ki... Sen ilgileniyordun. Ben seninle ilgileniyordum! Bisikleti çektiğin kaldırım, çayı demlediğin ocak, içine kolyelerini koyduğun o garip, uzun kavanoz, camının macunlarını didiklediğin ahşap pencereler ve en çokta ben... Çok özledik! Gel işte... Özledim işte...Öyle...

Evet. Aptal değilim! Size söylüyorum! Tamam. Biliyorum! İlişkilerimde hatalı ve yanlış davranıyorum! Biliyorum. Hemen bağlanıp, seviyorum! Neden? Çünkü sevgi ile perçinlenmiş içi hayat dolu kocaman bir kalbim var! Evet seviyorum, aşık oluyorum. Bunu yapabiliyorum; Hem de, en muhteşem şekilde! Sizler birbirinize, çocukça ve kırıcı oyunlar oynarken, ben incitmemek için incinmeyi göze alıyorum! Sizler fedakarlığı, etiket fiyatı ile satarken, ben sevdiğime istediği kadar bedava fedakarlık yapıyorum! Fedakarlığın anlamı budur! Feda edersin! Sevgi sözleri söylüyorum, sevgi ile yapıyorum her şeyi. Önce onu gözetiyorum. Aşkın bedeli, kalbi cimri olana pahalıdır!

Ben aşkla yaşıyorum! Ben, yatağa atacağım birini aramıyorum! Ben, kalbimde yatıracağım sevgili istiyorum! Ben, oyunlarla, maskelerle yanıma gelecek bir düzenbaz istemiyorum. Ben, nefes alışını dinlerken, Allah'a şükretmek istiyorum! Ona verdiği yaşam için ve o yaşam benim kollarımda olduğu için! Ben, sadece iyi zamanlarımda, kredi kartı limitim kadar gülücük istemiyorum! Ben, kötü zamanlarımda "üzülme Mehdi. Bir çaresini buluruz aşkım" diyecek gülümsemeyi istiyorum! Neyse... Galiba çok şey istiyorum...

:::AMARAK:::

İlkokul zamanında kurduğumuz bir grup vardı. Ben, Serdar, Berk ve Cenk, bu grubun ilk üyeleriydik. Grubumuzun adı ise "Ghostbusters" idi. Nam-ı diğer; Hayalet Avcıları ! O yılları yaşayanlar bilir. 80'lerin çizgi filmleri birer fenomen yaratmıştı! He-Man, Voltran, She-Ra, Celementiné ve Hayalet Avcıları vardı.
Bizde, çocuklar olarak, sırayla bütün kahramanlara özeniyorduk ve sıra "Hayalet Avcıları" sırasıydı! Ahmet Merter İlköğretim Okulu'nda, gereksiz ve anlamsız olan öğrenimimize başlayalı henüz çok olmamıştı.
Bireyleri ve yeteneklerini öldüren, siktiminiği, eğitim ve öğretim yılımız devam ederken, kurulan, "hayal gücü" sermayeli o muhteşem grubumuz, sahip olduğum en güzel oyunumdu!

Okul binasının hemen yanında, bir elektrik odası vardı. hani şu teneke kapısında, kuru kafa resimli "Ölüm Tehlikesi" yazan levhası olanlardan. İşte! Biz Hayalet Avcıları'nın "en büyük düşmanı" o odanın içinde saklanıyordu ve onu yok etmediğimiz her gün biraz daha güçleniyordu!
Berk, Serdar ve ben toplanıp karar aldık. Düşmanımızı kendi yuvasında yok edecektik! Öğle teneffüsünde... Cenk yoktu o gün, aramızda. Düşmanımızı yok edecek, güçlü bir iksir hazırladık. Teneffüs zili çaldı. Biz dışarı... Koşar adım... İksir dediğimde; Kekik, bir kaç başka baharat, çamurlu su ve bolca iyilik duası karışımı. O gün iksir dolu, küçük "Aspirin" şişelerimizi salladık; O, "Ölüm Tehlikesi" yazılı kuru kafa levhasına... Güney Avustralya'da ki "Amarak" kabilesi gibi, uçağa ok atan, yürekli cahillerdik...

:::GECELİK:::

Gece ilerlediği zaman, ortaya bir sihir çıkar. Gündüzlerin sahteliğine alışamadım, doğduğumdan bu yana. Ben gecelerin dürüstlüğünü sevdim. Güçlü ve gizemli kara renklerin ahengi! Bütün kötülükler sanıldığı gibi gecede değil, gündüzde gizlidir! Gece koruyucudur. Şeytan kördür gecede! Gündüzleri ise şeytanlar için enfes bir ziyafet imkanı vardır! Biyolojik saatim geceye ayarlı! Ben bir gece yaratığıyım!

:::KAÇIŞ:::

Kükürt ve kan kokusu... Başım çok ağrıyordu. Beynim, başımın içinde büyümüş, sanki dışarı çıkmak istiyordu! Ellerim toz içinde. Ellerim tozlu olduğunda, nefes alamadığımı hisseden biriyim. Nefes alamıyordum! Sol kaburgamda bir sancı var! Birisi içeride kaburgalarımı, eğeliyor gibi... Görüşüm net değil! alnımdan akan bir miktar kan, göz kapaklarım üzerinde kurumuş, gözlerim tam açılmıyor. Zaten miyop olduğumu bilirsiniz.

Ayak sesleri duyuyorum. İki gündür, uyumadan kaçıyorum ve çok yoruldum. Saklanıyorum, karanlık bir kuytuda! Sadece biraz uyumak istiyorum. Dinlenmeliyim. Hatta, beni bulsunlar ve yakalasınlar diye içimden geçirmedim değil. En azından kaçmaktan kurtulurum... Offf. Allah'ım! Ben buna nasıl bulaştım! Oysa kahraman olmak istemiştim! Onun gözünde... Plan basitti! Onu rahatsız eden serserilerle konuşup, biraz gözdağı verecektim. Mahallede ki Sonay'dan silah bulmuş ve kendime güvenime eklemiştim! Onun kahramanı olursam, beni sevecekti! Sadece beni sevmesini istemiştim! Şeniz! Adının anlamı gezegen. Çokta sikimde. Öldürecekler adamlar beni! Öleceğim! Ne aşkı be! Silahımı kaçarken düşürdüm. Filmlerden öğrendiğim bir kaç dövüş figürü dışında, hiçbir şey yok elimde. Ayağa kalkmalıyım! Bu tarafa yaklaşan kalabalık, ayak sesleri var! Evime gitmek istiyorum! Ne Şeniz, ne de kahramanlık istemiyorum! Ne de aşk! O, sadece aşık olduğum onlarca kadından biri... İyi dövdüler beni! Her tarafım acıyor!

Yaklaşıyorlar! Tamam, bir fikrim var! Sol taraftaki kırık kolonun arkasına saklanacağım. İlk gelen adamın üzerine atlayıp, silahını alacağım! Lanetler olsun! Dizlerim neden titriyor? Kendini topla Mehdi! Hadi ama! Seyrettiğin filmleri düşün! Bir defa da olsa, kahraman olmak için şansın var! Yapabilirsin! Bu çakma oto sanayi mafyalarına, bu çapulculara mı yenileceksin? Geliyor! Küfürler ederek! "Çık lan dışarı! Kodumunu pezevengi! Çık laaan dışarı! Ulan göt!" Susuyorum... İyice yaklaşsın, ben ona gösteririm! Nefesimi kontrol etmeye çalışıyorum. Yaklaşıyor! Sağ yumruğumu sıkıyorum! Colossus'un dediği gibi "İyi bir yumruk her şeyi halleder!" Soluğunu işitiyorum. Karanlık olduğu için tam seçemiyorum ama tahminimce 5-6 adım önümde olmalı... "Allah'ım beni buradan kurtar! Tövbe bir daha boş kahramanlık taslamayacağım". Beni, nişanlısından kurtulmak için kullanmış! Beni yem olarak kullanmış! Demek ki "seni seviyorum" sözleri, o öpüşmeler, bana kendini sunması, hepsi sadece oyunun parçasıymış!

Tek istediğim buradan kurtulmak! Evet! İşte tam önümde! Yumruğumu sıkıyorum! Nefesimi tuttum! Acılarımı bir kenara bırakıp, kalan bütün gücümle vurmalıyım! Ensesine... Ayağım! Yerdeki şişeye çarptı! Ses ile birlikte başını bana çevirdi! Dişlerimi sıkıyorum! Çenem kilitlenmiş! Gözlerimde korku ve nefret! Bütün gücümle tam yüzünün ortasına savurduğum yumruğum, onun burnu ile elmacık kemiğine gömülüyor! Hala ayakta! Daha çok vurmalıyım! İki elimi de bütün gücümle savuruyorum! Gafil avlandı! Kendini koruyamıyor! Yere düştü, üç yada dördüncü yumruğumdan sonra... Yerde ve ben üzerindeyim! Hala vuruyorum! Kollarımı her savuruşumda, kaburgamda ki ağrı artıyor! Ağrım arttıkça daha çok vuruyorum! Yüzü kan içinde! Bayıldı! Nefes nefeseyim. Nefes aldıkça, kaburgam sızlıyor. Nefesimi kontrol etmeliyim yoksa acıdan kusabilirim. Sakinleş kalbim! Sakinleş... Sesler, konuşmalar... Diğerleri geliyor! Hepsiyle baş edemem! "Böyle bitemez! Ben böyle ölemem! Ben bir yarı tanrıyım!".

Sayıklamalar... Ne saçmalıyorum? Ben sadece insanım! Herkes gibi! Süper kahraman değilim! Okuduğum çizgi romanlarda ki gibi süper güçlere sahip bir "mutant" değilim! Adım Mehdi ve hastayım! Tedaviye ihtiyacım var! Keşke, ellerimden, "adamantium" pençeler çıksaydı! Birde iyileştirme faktörü" olsaydı... Çok yakındalar! Beni öldürecekler!

Bir yerden müzik sesi geliyor! Derinden... Bir şarkı! Ne alaka? Kulak kabarttım. Sözlerini anlamaya, duymaya çalışıyorum. Evet, yavaş yavaş şarkı seçilmeye başlıyor. Bunu biliyorum! Bu şarkı... Bu... Bu "İzel"... İzel'den, "Kızımız Olacaktı" çalıyor bir yerde. Nasıl? Ne alaka? Şarkı gitgide bana yaklaşıyor...Neredeyse kulağımın içinde! Ölmeden önce böyle mi oluyor? Hayatımın film şeridi gibi gözümün önünden geçmesi gerekmiyor muydu? Şarkı ne alaka? Ulan, ölümüm bile tuhaf!

"Mehdi kahvaltıyı hazırlayayım mı?" annemin sesini duyuyorum! "Hadi oğlum, kalkta kahvaltını yap"diyor. Şeniz'le çok olaylı ayrılmıştım... Yaklaşık on yıl olmuştu. Kötü bir rüyadan sonra gerçek bir kahvaltı gibisi yok!

:::RETRO:::

Eski olmasaydı, yenilenemezdik. Her yenilenen ise aynı zamanda eskimiş oluyor! Ne paradoks! Eskilerimizi, yeniden değerlendiririz bazen ve aslında sahip olduklarımızın, eskimeyenler olduğunu anlarız! Yüzyılın modası ise retro tarzı! Retrospektif bakıyorum hayata, bütün spesifik yönleriyle.

Kendimi görüyorum sonuçta. Siz ne görüyorsunuz? Geçim sıkıntısı yine moda. Kriz; Her mevsimin kreasyonu. Hayal etmek vazgeçilmez eskimiz çünkü hayallerimiz eskimiş! Mücadele ise devam etmekte...Dinlediğim en muhteşem aria, attığım zafer çığlıklarım!

:::YOLDA:::

Baktım, ağaçlar yürüyordu yolda. Ben duruyordum. Dünya durmuş muydu? Neden hala geceydi? Ben dönüyordum, yolda. Kuşlar, etrafımda... Gece kuşları itiyordu beni yola. Her adımda bit ötüş. "Ötmeyin kuşlar! Yürüyemem daha fazla! İtmeyin beni! Gidemem o yolda! O yol, beni ondan uzaklaştıracak! O yolda, sensiz adımlar çığlık atacak! Baktım, ağaçlar yürüyordu, ben içindeydim ağaçların. Gidiyordum dört kolluda!

:::T.V (Temel Varlık):::

Hayır hayır! Zannettiğiniz gibi değil. Size felsefik anlamlardan bahsetmeyeceğim. Varoluş ve varlık felsefesi hakkında yazmayacağım. Belki daha sonra ama bu başlık altında değil. Temel varlık (T.V) nedir? Bilimsel açıdan bakacak olursak; Bio-elektrik, her varlığın temelidir!

Sinir sitemimizin yakıtı! Ruhun bilimsel açıklaması; Bio-elektriktir ve T.V buna dayanır.

Bedenimiz, 120 V civarı bir elektrik üretir. Kaslarımızı, hareketlerimizi, algılarımızı diri tutanda bu akımdır! Bütün varlıkların temeli, işte bu! Yani; Hepimiz elektrikle çalışan varlıklarız! Faturasını ödemediğimiz tek elektrik çeşidi; Bio-elektrik! Keserse, “Allah” keser!

:::SATORİ:::

Beş dakika oturun lütfen". Öylece kalkıp, gitmelerini istemedim. Öylece kalkıp, gitmeleri doğru son değildi; O gece için. Biliyordum! Hissediyordum! Ne? "Satori" !!!

Nedir Satori? O gece oynadığımız oyun. Aslında bir uzak doğu felsefesi. Anlamı: Bağışlamak! Japonca: Satori. Çince: Wu.
Zen budizminin temel amaçlarından biridir. Affederek, bağışlamak! "Tam ve aşılmaz aydınlanma" kavramıyla (Sanskrit) eş anlamlıdır. Sanskrit: İran-Hint kolundan gelen, ilk ve en eski belgeli lisandır.

Ben, Kenan, Reyhan, Funda, Aykan ve Başak. O gece, tarihi bu denli eskiye dayanan bir felsefenin, oyuna yansıtılmış halini denemeye kalktık. Ben, Kenan, Reyhan, Funda, Aykan ve Başak. O gece, tarihi bu denli eskiye dayanan bir felsefenin, oyuna yansıtılmış halini denemeye kalktık. İlk başlarda iyiydi. Zar atılarak oynanan diğer oyunlar gibiydi. Renkli kutucuklara ilerleyip, kartlarımızı çekiyor, talimatları uyguluyorduk. Unuttuğumuz şey ise; Satori'nin M.Ö 2000 yılının ilk yarısına tekabül eden bir felsefe olduğuydu! Biz ise 30-35 yaş ortalaması ile "çaylak" sayılırdık.

Biz ise 30-35 yaş ortalaması ile "çaylak" sayılırdık. Üzerinde, "60 TL" yazan, binlerce yıllık bir oyun! Bağışlama ve affetme oyunu(felsefesi)... Oyunu yanlış oynadığımızı fark ettik. Daha doğrusu; "Funda" fark etti. Evet o gün, o saate kadar, zaten hafif gergin olan hava iyice bulutlandı! Kişisel algılanan, "yanlış" ve "doğru" kavramlarımızdan ötürü, sesimiz ciddileşerek, yükselmeye başladı birbirimize karşı! Oyunu bir kenara bıraktık. Sonra sabah 02:00 sularına kadar hoş sohbetler ettik.

Gece nihayet hoşlukla bitmişti. Oyunu, tahta üzerinde bitiremedik, o gece ama ruhumuzda, "Satori"ye ulaşmıştık!

Affedin ki; Başkaları da sizi affedebilsin! Affedin ki; Aydınlanın!

:::HATTAB:::

O zamanlar Merter'de ikamet ediyorduk. Okulum, arkadaşlarım, her şeyim, küçüklüğümdü Merter. İran'dan yeni geldiğimiz için Türkiye'm idi; Merter. Merter diyince aklıma ilk gelen tabi ki kaldığımız ev. Kiracıydık. Odun sobamız vardı ve annem hep kaloriferli ev isterdi. Çünkü odunun, pisliği, çeri çöpü çok olurdu. Yakacak taşıması, boruları temizlemesi zordu. Yeterli paramız olmadığından mütevellit, kaloriferli daireye çıkamıyorduk. Veysel Karani Camii ilerisinde bir oduncu vardı. Bilirsiniz belki; Odunu ıslatınca, dara ağır çeker! Adam, ne zaman odun alsak, suyundan da koymayı eksik etmezdi! O zamanlar, çocuğum anlamıyorum tabi. Her gittiğimde, neden bu adam, ıslak odun veriyor diye düşünürdüm. İlk o yaşta tanıdım; Odunun hakkını yiyen hattab!

:::VUSLAT:::

Bırakalım, senli, benli boş felsefeyi kenara. Şimdi size "ölüm" yorumumdan bahsedeceğim. Bir yarı tanrının düşüncelerinden, sözcüklere dökülen yazımı takdim edeceğim. Yo yo, korkmayın! Tamam. Belki biraz ürkebilirsiniz ama korkacak bir şey yok. Ölüm her canlıya ilham vermiştir; Yaşamak için...
Ölüm: Her zaman orada olan fakat asla ziyaret etmek istemediğimiz sevimsiz amcamızdır!
Ölüm: Her zaman orada olan fakat asla ziyaret etmek istemediğimiz sevimsiz amcamızdır! Ona ölümü anlatmamı istemişti... Bana dedi ki; Anlat, öyle bir anlat ki, sakinleşeyim. Heyecanım dinsin. Ölümle tanışmadan önce, bilmek istiyorum. Onun karşısına çıkmadan önce, hazırlıklı olmak istiyorum!
Yanında öylece oturuyordum. Kuş sesleri ve yaz akşamı... Ölmek için yada ölümden konuşmak için doğru yer değildi. Ona, aşktan, sevgiden bahsetmeyi tercih ederdim. Ellerine dokundum. Soğuktu ve titriyordu! Gözlerinde, çocuksu bir ifade ile beni süzüyordu. Gülümsedi hafiften... "Hadi" dedi. "Salla bir şeyler. Ne olursa... Anlat. Seni dinlemek hoşuma gidiyor" dedi.
Aaahhh. Juliet, zehiri içip, o soğuk mezara girdiğinde ne hissetmişti? Romeo sevgilisine kavuşmak için döndüğünde ne hissetmişti? Vuslata eremeden, ölen genç ve güzel Juliet. Ben seni de sevdim, diğer kadınlarım gibi!
Ben bunu düşünürken, bana dikilen gözlerini fark ettim. Çok gençti henüz... Daha yaşamı sindirmemiş birine, ölümü anlatacaktım! Onunla yaşayacaklarımı bile daha anlatamadan...

Söze başladım, kurumuş boğazıma birikmiş toz zerreciklerini yutkunarak. "Şunu düşün" dedim. "Her yerde bir karanlık var. İlerliyorsun ama yürümüyorsun! Hacmin yok artık! Bedenin yok! Madden kaybolmuş, maneviyatsın yalnızca! Bilmediğin bir yere, mecburi istikamete ilerlemek gibi. Gitmek istemesen de, gitmen gerekli! İçine girdiğin o soğuk, o vakur, o karanlık mezar, seni ölüme götürecek taşıt!
Düşün! Ölüme giden yolculukta, sanki bir otobüstesin ama içerisi karanlık. Hafif loş bir ışık var. Etrafına bakıyorsun; Bütün yolcular uyuyor. Otobüsün hostu, sana oturacağın koltuğu gösteriyor. İçerisi ne kadar soğuk! Titriyorsun! Otobüs, sadece kedi gözlerinin aydınlattığı o tek şerit yolda ilerliyor. Yerine oturuyorsun ama yerin çok dar. Hani bazen yolcuklarda, ön koltukta oturan adam, koltuğunu sonuna kadar arkaya yaslar ve bacaklarını uzatamaz, rahatsız olursun ya; O sıkıntı gibi... Çok üşüyorsun! Nereye gittiğini biliyorsun ve gitmek istemiyorsun! Yol ilerledikçe, inmek için kalmaya yelteniyorsun fakat nafile. Sanki birileri omuzlarından, seni bastırıyor koltuğa! Sonra zifiri karanlık! Diğer uyuyan yolcuları göremiyorsun artık! Koltukta da değilsin! Uzanıyorsun! Sırtın, soğuk toprağın üzerinde! Sırtın o kadar üşüyor ki; O toprak o kadar soğuk ki; Hareket edemez haldesin. Buz kesiliyorsun! Garip, hala yaşadığına eminsin oysa! Bilincin yerinde... Sinirlerin buz tutmuş! Anlıyor musun?! Dua etmeye, yalvarmaya başlıyorsun! Allah'ım!!! Lütfen! Beni kurtar buradan! Çıkar buradan! Bağırıyorsun! Sesin çoktan canlıların dünyasında seni terk etmişti oysa.Yaşama geri dönmek istiyorsun ama bu tamamen olasılık dışı. Birileri seni oradan çıkarsın istiyorsun. O mezardan! "Bu imkansız! Sen, artık birilerinin dünyasında değilsin! Sen artık elde edebileceğin hiçlik dışında, her hangi bir kavramın parçası değilsin! Sen ölüm denen o devasa kapının önündesin! Bildiğin yaşam çok geride! Sesler duyuyorsun! Gülüşmeler, çığlıklar... Kendini ve yaşadıklarını anımsıyorsun! Yaptıkların aklına geliyor! Mutluluklar, üzüntüler, nefret, acılar, kötülükler, iyilikler... Hepsi ölüm kapısının, varaklarında! Anılarını okuyor gözlerin! Kapıdan ne zaman içeri gireceğin belli değil! O soğuk mezardan tek kurtuluşun o kapı! Yumruklarınla mezarının tavanına vuruyorsun! Proteinden oluşan bedenin yok artık! Maddeye hakim değilsin! Kimse duymuyor, yumruklamalarını!

Arkanda kalan ve tekrar ferdi olabilseydim diye Allah'a yalvardığın o sabun köpüğü dünya yok artık! Orası asla, ölümden sonrası gibi olamaz! Ölüm; Yaşam demektir! Sonsuz ve önemli olan dünyaya açılan tek kapı! Bu yaşamdaki, hiçbir şeyin önemi yok aslında! Kaçamayacağın kadim varlık! Değiştiremeyeceğin tek son ve sonsuz başlangıç! Bu fani hayat, çok anlamsız! İlk doğum günün. Sınavların. Okulun. Mezuniyet törenin. Eşin. Çocukların. Sahip olduğun ev, araban. Bankadaki birikmiş paran. Dostların. Ailen. Sağlığın. Zevklerin. Cebinde ki sigaran. Tatillerin ve iş stersin. Önemsemeyip, zaman ayırmadıkların ve zamanını tükettiklerin... Hepsi bir kurgudan ibaret! Herkes gidiyor sonunda. Sessizlik... Üşümen geçti. Çırpınmıyorsun artık... Kabulleniyorsun ölümü o soğuk mezarda! Bilincin, yaşama doğacak! Gerçek yaşama! Vuslat sancısı bitti! Ölümle kavuştun artık! benliğin sonsuzluğa ait! Gerçek dünyaya hoş geldin!”

Sözlerimi bitirmiştim. Sonra sessizlik oldu. Gözleri kapalı, memnuniyet belirten bir tebessüm o genç ve tatlı yüzünde... Gözlerini açtı. Bana döndü ve "teşekkür ederim" dedi. Ona sarıldım. Saçının kokusunu son kez, iyice içime çektim. Onun, yumuşak ve çıplak tenini bir kez daha hissetmek için ellerimi vücudunda gezdirdim! Gözlerimiz birbirine sevgiyle gülümsüyordu! Son kez ellerimiz kavuştu! Sonra o kapıdan içeri girdi...

:::SENATİK:::

Hayatta çoğu insan beceremez; "Sen" odaklı olmayı. Birinci tekil şahıs mevcudiyeti, ağır basar... İkinci tekil şahısları bile, kendimize entegre etmeye debelenir dururuz. Şahsi isteklerimiz haricinde, "sen"in fanatiği olabilir miyiz? Yani "Senatik" olabilir miyiz?

:::DERSZADE:::

Aldığımız bilgilerin ne kadarı bizimle kalıyor? Ne kadarı, başkalarını yanımızda tutmak için kullanıyoruz? Bilgi dediğimiz, öğrendiklerimiz mi? Yoksa aslında sahip olup ta, hatırlayamadığımız yada farkında lığına, çeşitli öğretiler ile vardığımız olgular mı? Bu sorular çok karışık ve uzun gözükebilir. Cevapları ise, tam tersine çok basit ve kısa.

Öyleyse size cevapları da sunmak benim görevim. Belki bilgi konusunda ki, bu bilgisel cevaplar bir gün işinize yarar. Bir önceki cümle, aslında bütün soruların cevabına dair bir özetten ibaret.Yine de ilk sorunun cevabı ile başlıyorum! Aldığımız bilgilerin, sadece mantığımıza sindirilenleri bizimle kalıyor. Gerisi unutuluyor.

Bilgi dediğimiz kavram; Öğretimle yada herhangi bir öğreti ile alakalı değil! Bilgi bizi hayatta tutacak, ikinci en önemli mekanizma! Birincisi: Doğal içgüdü. Her insan, bilgiye, eşit seviye de sahip şekilde dünyaya gelir. O kadar çok bilgi vardır ki; Beyin, akıl sağlığını korumak ve olağan sistemde çalışabilmek için bu bilgileri kilitler. Beyin kendini bilgilerden korur! İnsan beyninin de sınırları vardır ve bütün bilgileri aynı anda depolayamaz.

Öğretiler; Gelişimimiz içerisinde, bu bilgileri sadece ortaya çıkarmakla yükümlüdür. Öğrenirken, zaten mevcut olanı hatırlamış oluyoruz. Beyin ise kendisi için önemli olanı, içgüdüsel olarak, ön sıraya alır. Öğretiler, sadece birer alarmlı saattir. Öğrenmemiz gerekenlerin zamanı gelince, alarm çalar ve beyine bilgiyi hatırlatır. Bilgi hep oradadır! Yoktan varolmaz !

Yanımızda, başkalarını tutmak için bilgiye ihtiyacımız yok. Tek ihtiyacımız olan "yalnız kalmama" içgüdüsü. İnsani içgüdü. İnsan beşeri bir varlıktır. Yani birinci "hayatta kalma" olgusu... İçgüdü ! İçgüdülerimizle, istediğimiz kişileri yanımızda tutarız.

Ben çok ders almış bir "ders zade" olarak, aslında hiçbir şeyden ders almadım. Bana eklenmedi ve benden eksiltilmedi. Ne vardı... Ne yoktu... Ben ne yürüdüm, nede durdum. Ben yoktum ki! Kimden, neden ders alacaktım?

:::YENİ RUH VE RUHLAR:::

Bugün çok güzel bir gün geçirdim. Bugün yeni ve taptaze bir ruhla tanıştım. Çocuklar hayat verir insana? Ben, tanıdığım her çocukta, saf mutluluğu buluyorum. Çocukları çok seviyorum çünkü onlar kurtarılabilir. Yetişkinler gibi değil. Daha kolay ulaşılabilir ruhlarına. Onlara çocuk gibi değil, arkadaşınız gibi yaklaşın. Neden biliyor musunuz? Onlar sizin, olabilecek en samimi, en yardımsever ve karşılıksız sevebilecek arkadaşlarınız!

:::MÜZİK:::

Müzik devam ettikçe daha da çok ayağa kalkmak istiyorum. İşte burada tamda! Yükseldiği anda müziğin, hayalimdeki kamera yaklaşıyor yüzüme. Kuma düşmüş, kanlı yüzümü, gözlerimin kararlılığıyla yukarı kaldırıyorum. Darbe almamış en sağlam bakışımla saldırmaya başlıyorum! Dizlerim ve dirseklerim halen çürüklerle kaplı! Dövüşeceğim! Tükürdüğüm kandan, fırsat bulup, ilk nefes aldığım anda savaşacağım tekrar... Bu sefer kazanacağım! Müzik öyle çalıyor bana... Tanrım; Lütfen yalan olmasın!

:::ARA GEÇİŞ:::

Sepetin altı sağlam değilmiş. İçine koyduklarım... Aldıklarım, bu yüzden döküldü. Sepetin altı sağlam değilmiş. Doldurmamam gereken ne varsa doldurduğumdan değil, sepet çürük, ondan...

Gece uyuyamama gibi bir ufak detayda takıldım kaldım bu günlerde. Erkenden kalkmama gerek kalmıyor bu sebepten çünkü ben zaten ayakta oluyorum sabah ezanı vaktinde. Sonra giyiniyorum. Kahvemi içmek için Starbucks'a gidiyorum; Sumatra FrenchPress... Leziz. Ve günlük koşturmacanın içine atılıyorum. Eskisi gibi hızlı değil. Daha yavaş ve emin adımlarla. Uyuduğum zamanlar bitti... Uyanığım bu aralar..

:::TESİRGEN:::

"Yaptığını beğendin mi? Sana söylüyorum! Kim temizleyecek şimdi bu yerleri? Daha yeni süpürdüm! Defol! Git odana, ben çağrıncaya kadar çıkma! Yemekte yok sana! Hepsini yere dökmüşsün!" Anne yada baba... İkisinden biri olabilir. Hatta her ikiside olabilir, bu sözleri sarfeden. Azarlamaların ise tek bir muhattabı var; Çocuk ! Arkadaşlarımın arasında çocuk sahibi olan birçok kişi var. Birazdan yazacaklarımı okuduklarında bana kızacak yada sitem edeceklerdir.

Evet, çocuk yetiştirmenin çok zor olduğunu yakından biliyorum. Bağırmakta ve çocuğunuza kızmakta haklı sebepleriniz olabilir ama o bunu bilmiyor! Çocuğunuz, sizin haklı sebepleriniz konusunda, hiçbir fikre sahip değil! Hayat içinde, gündelik streslerimiz oldukça fazla. Bu stresi ne kadar kapamaya, yansıtmamaya çalışsakta, mutlaka davranışlarımıza tesir ediyor. Anne, baba çocukları için ellerinden gelen, azami oranda imkanlarla, en mükellef geleceği hazırlamakla sorumlu. Bu kolay değil. Bu zorlukları ve onun için yapmaya çalıştığınızı, çocuğunuzun anlaması da kolay değil. Anlatsanız bile tam olarak kavrayamayacaktır. Çocuk yanlış yapabilir. Sizi dinlemeyebilir. Size karşı da gelebilir. Ona; Yaptığının neden yanlış olduğunu anlatın. Neden sizi dinlemesi gerektiğini açıklayın. Yanlış davranışların sonuçlarını izah edin. Mümkünse, örneklerle gösterin.

Eğer küfür ediyorsa, öncelikle bunun neden kötü olduğunu anlatın. Devam ederse, onunla konuşmayın. Söylediklerini duymazdan gelin ve kendisine; Küfür eden insanlarla, kimsenin konuşmayacağını, bu hareketine devam etmesi halinde, sizinde, onunla konuşmak istemediğinizi belirtin. O zaman, küfür etmenin zararlı ve yanlış bir davranış olduğunu anlayacaktır. Tabi sizde, onun yanında küfür etmemeye özen gösterin. Çocuklar, kayıt cihazı gibidir.
Herşeyi kayıt ederler. Siz onun "tesirgen"isiniz. O sizin tesiriniz altında. Yanlış tesir etmeyin. Ona çocuk muamelesi yapmayın. Çocuğa, birey olduğunu hissettirin. Bu, onun özgüveni içinde çok önemlidir. Bazı konularda, onunda fikrini alın. Odasını boyamak istediğinizde, renk seçimini ona bırakın. Ona giysi alırken, önce onun beğenisini gözetin. Seçtiğiniz, anasınıfı yada okulu hakkında, onunda fikrini sorun. Ev işlerinde, onunda yapabileceği ufak görevler verin. Takım arkadaşı olun. Kendi kişiliğini ortaya çıkarmasına izin verin. Bu konuda, Kenan ve Reyhan oldukça başarılı.

Çocuklar çoğu şeyi bilmez ama çabuk öğrenirler. Eğer sevgi ve doğru yaklaşımla yaparsanız, işler hem sizin, hemde çocuk için kolaylaşır. Unutmayın ki; korkuyla oluşturulan saygı, nefretle yok olur. Çocuğunuz sizden korkmasın ki; Nefreti de ilk sizde tatmasın. Sinirinizi ondan çıkartmayın. Çünkü sinirli olduğunuzda, çocuğunuzun yaptığı doğruyu bile engellersiniz. Çocuğunuz, sizin bir parçanız olabilir ama sizinle aynı olmayacaktır. Sizin yada başkası gibi olmasını istemeyin ondan. Etrafınızda davranışlarına özendiğiniz, başka çocukları, kesinlikle örnek göstermeyin! "Aylin'in oğlu ne kadar uslu. Bak! Hiç sesi çıkmıyor. Sen, kafamı şişirdin. Bak MehmetCan'a annesi otur dedi, oturuyor. Sen azıyorsun!" gibi gerizekalıca benzetmeler yapmayın! O çocuk, MehmetCan yada başkası değil. O Aylin'in oğluda değil. Başkalarıyla kıyasladığınızda, o da sizi, diğer ebeveynler ile kıyaslamaya başlar! Sevginizi kıyaslar. "Bana neden Winx almıyorsun anne? Selin'in annesi ona almış. Neden parka götürmüyorsun? Selin'in annesi götürüyooo".

Unutmayın; Çocuklar herzaman daha çok soru sorabilir. "Çünkü Selin annesinin sözünü dinliyor". Hayır! Selin annesinin sözünü şimdilik dinliyor. Dayak yediği ve anlamadığı yere cezalandırıldığı için. Selin, büyüdüğünde, korkunun arkasına sinmiş, kendi özgüvenini tekrar kazandığında; Annesini dinlemeyecektir.

Siz çocuğunuzu dinlerseniz ama gerçekten dinlerseniz. O da sizi dinler. Evladınıza verebileceğiniz en büyük servet, bırakabileceğiniz en büyük miras kişiliği ve özgüvenidir. Doğruyu öğretirken, bazı yanlışları yaşamasınada izin verin. Yanlışın kötülüğünü, doğrunun gerekliliğini anlasın. Zaten istemesinizde, o yanlış yapacaktır. Sizinde yaptığınız gibi. Sonra doğruyu bulacaktır. Sizinde bulduğunuz gibi. Düştüğü zaman bırakın kendi kalkmaya çalışsın. Kalkamazsa, ilk koşan yine siz olun.

Her ağladığında ilgilenmeyin. Çocuklar, dikkat çekmek yada istediklerini elde etmek için ağlarlar bazen. Sizi bir kere ağlayarak kandırırsa, her zaman yapar. Neden ağladığını sorun. Mantıklı ve olabilecek bir cevap alırsanız, ona yardımcı olun. Üzüldüğünde ve zor durumda, sizin desteğinizi alabileceğini bilsin. Böylece size güveni artar.

Asla insafsız olmayın! Çocuğun ilk öğrenmesi gerekenlerden biri de insaflı olmaktır. Sizden örnek alacağı için ona iyi örnek olun! Siz, onun rol modeli olacaksınız.

Unutmayın ki; Ne görürse, o da onu gösterir. Dayak atmayın! Asla! Şiddetle bir yere varılmaz! Kendinizi camdan atın ama asla çocuğunuza vurmayın! Onu siz dünyaya getirdiniz ve herşeyinden siz sorumlusunuz. O, sadece, şahsi zevklerinizin sonucu değil.

Bambaşka, yepyeni bir birey! Sizin kılavuzluğunuza ihtiyacı var Kargalık yapmayın!

:::OLAYSIZLAŞIM:::

-"Bak şimdi görüyor musun? Burada yüreğin kabarmış!" gibi bir teyitleme ister ya, kahve telvelerinden fal bakan, şahs-ı müneccim kişiler. Bizi geleceğimizle ilgili fikir sahibi ederler. Dinleriz can-ı kulakla. Umut verir bize fallar. Geçici umutlar ve yollar gösterir. İşin heyecanı, fal bakılana kadar. Sonra alır bir düşünce... Aromalı sakızı ilk çiğneyişinizde aldığınız, damakta ki, meyve tadı, zamanla olur saman tadı. O düşüncelerde, kafamızda, kurguladıkça sıkıntı verir. Kafamızdan atmak isteriz. Anlamlı olduğunu sandığımız telve dizilimlerinin, "saçma bir fal" olduğu ile telkin ederiz kendimizi. Oldu mu sana fal gerçek!? Kabardı mı yüreğimiz şimdi? Bir içimlik, nam-ı diğer, kırk yıllık fal ile iyice yaptık mı sıkıntı? Ortada ne olay var. Ne de adam gibi sebep. Olaysız yere, oldu bize olay, o fal...
Yıllar önce, bir kız bana el falı bakmıştı. Uzunca vakit, o falda söylediklerine inanarak, bağlandım. İstem dışı bir koşullandırmayı taşıdım senelerce... Hayatımın belli dönemlerinde, karşıma çıkan, olay ve kişileri, o saçma el falının içine entegre etmeye çabaladım durdum.

Henüz yakın bir tarihde farkettim ki; Yanlış düşünüp, hatalı hareket ediyorum. İnanılmayacak, dikkate alınmaması gereken bir fasavra kümesinin elemanı olmuşum sadece. Ortada, gelecek bağlanacak bir olay yokken...

Fal sadece bir örnekti. İnsanlar, hayatları boyunca gereksiz yere, ortada önemsenecek birşey yokken, olay çıkartırlar kendilerine ve başkalarına. Büyütülmeyecek, ufacık konuları abartırız. Gereksiz yere, saçma ve kör inançlardan ağlar öreriz. O ağlara hem başkaları takılır, hemde kendi ağımızda, biz dolanır kalırız. Ağ örmeyin! Ördüğünüz ağlara kimseyi çekmeyin! Siz örümcek değilsiniz! Yapışkan, kör inanışlarınız olmasın! Olaysızlaşın. Yok yere olay yaratmayın! Sizde"olaysızlaşımı" yaşayın

:::AVLANMA:::

Avlanmak. Öldürerek doyma ihtiyacı. Hem beden doygunluğu, hemde bozuk ruhların besini... Avlanmak. Kudretimin yettiği kadar bunu engellemeye çalışıyorum fakat yeterli olmuyor. Doğa, hayvanlara tetik parmağı verecek kadar cömert davranmamış.Hadi empati kuralım. Kendinizi "av" olarak hayal edin. Ormanda dolaşıyorsunuz yada sazlıklarda yüzüyorsunuz. Sakin ve huzurlu. Güneş, kemiklerinizi ısıtıyor. Hafif bir esinti tüylerinizi serinletiyor arada. Gürültüden arınmış, barış notaları çalıyor, etrafınızdaki tüm tabiatta... Siz onun sadece bir parçasısınız.

Bir ses... Daha önce tanımadığınız, vahşi, gürültülü, ürkütücü bir ses. Patlama sesi, tüfek sesi...Durun! Tüfeğin yada silahın ne olduğunu bilmiyorsunuz. Siz bir hayvansınız. İçinizde ki minik yürek, hızla atıyor! Korktunuz! Daha önce duymadığınız, o sesten... Merak ve şüphe. İçgüdüsel korunma ile bütünleşiyor. Hızla, olduğunuz yerden sıçrayarak, pervasızca koşmaya başlıyorsunuz.Başka sesler duyuluyor. Yüksek konuşma sesleri... "Orada! Gördüm onu! Önünü kesin, kaçmasın!". Sapkın egolarını tatmin etmek isteyen bir grup, hasta ruh. İnsan! Avcılar, sizi öldürmek için kovalıyor! Neden? Sadece zevk için...

Sizin adınız, canlı değil, hayvan değil, yaşamınız önemli değil. Sizi tanımlayan kelime "Av"! Öldüğünüz için sevinecekler. Öldürdükleri için kendileri ile gurur duyacaklar. Ölümünüzü, güzel bir anı olarak daima anımsayacaklar. Sizin için kimse üzülmeyecek. Daha da kötüsü, cinayetinizin cezası yok! Zevk için öldürüleceksiniz. Onlar, buna spor diyecek ve doğanın kanununu kötüye kullanacaklar. Her zaman yaptıkları gibi ileride de sizi ve ailenizi öldürmeye, gururla devam edecekler!

:::YÖNLER:::

Gazetecilik kuralı. "Eğer iyi bir haber istiyorsanız, onu siz yaratmalısınız". Benim haber olacak çok fazla yönüm yok fakat ilginç hallerim var. Ateşe atlamaksa kahramanlık, ben içinde yüzüyorum. Bu yüzden ruhumun kenarları su topladı. Sebeptir ki bu yanmalar, kalbimde kor soğudu.

On yaşımdaydım. "Tanrısallığımın keyfini süreceğim günler" limanından uzakta. Karanlık, "güneşin doğmadığı" bir limandaydım. Kapıdan içeri gireriz. Annem, ben ve kardeşim. Balkona çıkıyorum kardeşimle. O geliyor. Konuşmak istediğini söylüyor. Annem sinirli, yüzvermez halde, "defol git" diyor.
Kardeşimde beş yaşında. Bir anda. Şraaaakkkkk !!! Kardeşimin arka tarafında bulunan balkon kapısının buzlu camı... Paraparça oluyor. O adam, anneme sinirlenip, cama yumruk atmış. Kardeşimin kafasına, saçlarına, yüzüne geliyor cam parçaları. Annem çığlık atarak, kardeşime sarılıyor. Cam parçalarını ayıklamaya çalışıyor... O adama dönüp, öfkeyle üzerine yürüyor. O adam ise annemin boğazına iki eliyle sarılıp, boğmaya çalışıyor. Kardeşimin kafasına, saçlarına, yüzüne geliyor cam parçaları. Annem çığlık atarak, kardeşime sarılıyor. Cam parçalarını ayıklamaya çalışıyor... O adama dönüp, öfkeyle üzerine yürüyor. O adam ise annemin boğazına iki eliyle sarılıp, boğmaya çalışıyor. Ağlayarak, apartmana açılan daire kapısına yöneliyorum, koşar adımlarla. Kapıyı açıyorum. Avazım çıktığı kadar, canım patlayıncaya kadar! Bağırıyorum! "İmdaaaaaatt. Annemi öldürüyor. Yardıııım ediiin." Gözyaşlarım, beni kör edecek! Kalbim patlayacak! Daha çocuğum, o adamdan kurtarmaya yetmez gücüm. Komşu geliyor "Allah'ım şükür sana" diye geçiriyorum içimden. Annemi boğmaya çalışan o adam. O adam: Babam.

İngiltere'de yaşıyor. 42 yaşında. Evveliyatında, beyin kanaması geçirmiş. Eski kocası tarafından bıçaklanmış ve vücudunda yara izleri var. Hepsini gördüm. Kocasından yıllar önce boşanmış. Bir barda çalışıyor. 23 yaşında bir kızı var. Kız, annesine isyankar, asi... Kızıyla arası iyi değil. Bana aşık olduğunu söyledi. Onunla yaşamamı istiyor. Üzgünüm dedim. O ise gerçekten üzgündü. Bense sadece öyle olduğumu söyledim... Anlamsız ve üzücü... İnsanları kırmadan, üzmeden bazı oluşumları durdurmak çok zor. İstemediğiniz birşey için istediğiniz herşeyi yapabilirsiniz. Bunu yaparken, başkalarını, istemeyecekleri durumlara itmeyin!

:::ÇEKİRDEK SOHBETLERİ:::

Yapmadığımız şey mi? Çekirdek kabuğunu doldurmayacak olayları, hayatımızın içine doldurmak...

Çerez sohbetleri, günün ana haber bülteni yapmak... Yapmadığımız şey mi; Dedikodu... Çekirdek çıtlar misali, eğlenceliğimiz değil mi?
İnsanlar neden dedikodu yapar? Çünkü beşeri varlıktır ve kendi hayatları, tek başına pek dolu değildir. Aksine, bomboş olur kimi zaman. Kimisinin hayatı dolmaz asla.

Hatta, kimisinin hayatı olmaz asla. "Dedikodu baldan tatlıdır." diyerek başlanır ve "bir parmak bal çalınır ağzına" dedikodu sahnesi oyuncularının.

:::BİR ARA:::

Bakmasaydım saate, ne bu kadar yorgun hissederdim. Ne de uykusuzluğunu sezerdi, gözlerim. Bu saat olmuş, hala yakalayamamış yelkovan akrebi... Bak hala yazıyorum, sanki geç olmamış gibi... İyice ceplerime baktım az önce, yok... Cebimde değil mutluluk. Elimi attığımda çıkarayım. Bol bol harcayayım. Baktım, vallahi... Yok ne cebimde, ne elimde...

:::YARI TANRININ DOSTLARI:::

İşte herkesin merakla beklediği bölüm. Bir yarı tanrının, yani benim hayatımın farklı dönemlerinde yanımda olmuş yahut halen olan dostlarıma ayırdığım bölüm. Eğer diğer insanlara ve hayata uyum sağlayamıyorsanız farklısınızdır. Özelsinizdir. Kimse bilmiyordu... Ben bile bilmiyordum...

Yarı tanrı olduğumu yaşadığım maceralardan sonra anlayacaktım. Dostlarımla yaşadığım maceralardan sonra...

Kimseye haksızlık olmasın diye, kimse neden önce benden bahsetmedin demesin diye, siz kadim dostlarımı alfabetik sırayla anlatmaya çalışacağım. İnsan, arkadaşından yansırmış ya... Külliyen yalan! Kimse, bir başkasının yansıması değildir! Hepimiz, Tanrı'nın yansımalarıyız. Arkadaşlar, çekirdek aileden sonra gelir. Teyzeden,amcadan,kuzenden, dayıdan,haladan,dededen,nineden... Çoğu zaman kardeşten ötedir...

Adnan'ım... Dostum. İçindeki kızılderili ruhunu, yaşamına taşımış. Onun için düzen ve doğru; uygulanması gereken ve bu, ona göre zor olmayan kavramlardır. Dürüst,düzenli ve doğrudur. "Her koyun kendi bacağından asılır" dese bile, asılan koyunu umursuyorsa, bacağının askısını keser. Yardımseverdir. Sakin görünür. Sakin sinirlenir. Anlamazsınız en başta. Zamanla tavır gösterir. Basitliği sevmez, basit değildir. Sohbeti keyiflidir. Yalanı sevmez. Ukaladır derler, değildir. Ukalalığını hiç görmedim. Alttan alır. Çok üstüne çıkarsanız, üstünden fırlatır ve yere düşersiniz. Kaldırmaz! Elinde ne varsa paylaşır. Kötü ve iyi günlerde eşsiz bir dosttur. Babil Cafe'de tanışmıştık. Yanımda olduğu için memnunum.

Berk(Ortak). Kaptan Amerika'cılık zamanlarımızdan bahsetmiştim. İlkokuldan bu yana arkadaşız. Önceleri, ailesinin maddi durumundan dolayı zengin gösteriyor sanırdım. Yıllar sonra anladım ki, karakteri zenginmiş. Çok yetenekli bir çizer. Muhteşem bir hayal gücü kullanıcısı. Sıkılgan. Biraz...
Gerçekten, Kaptan Amerika'ya benziyor. Görüntü ve tarz olarak. Çok esprili. Şeytan tüyünden oluşan bir kıl yumağı. Kızları kendine hayran bırakmada uzman. Dünyanın en güzel Marianna'sı ile birlikte. Hayatıma belli dönemler girip, çıkan Berk ile şu sıralar bolca görüşüyoruz. Hem hayat, hem iş ortaklığımız da var. İlk arkadaşım aynı zamanda...

Burcu. Soyadı "Yıkıcı" ama ben bir bu kadar daha "yapıcı" birini görmedim. Ortaokul'dan... Bahsetmiştim. "Dansa Davet" oynardık, mutluluk teneffüs edebildiğimiz, okul teneffüslerinde. Mert kızdır. Hassasdır. Düşüncelidir. Kimseyi kırmayayım derken, kimi zaman kendi kırılır. Belli etmez. Ben anlarım. Sahip olduklarının, artarak baki olmasını dilerim. Böyle bir dosta herkes sahip olamaz.

Burak. Starbucks Gayrettepe. Kaç yıl oldu? Tam üç yıl. Kahve siparişi aldığı günlerden başladı, eşi ile tanışmamıza kadar, çoğalarak devam etti dostluğumuz. Özü, sözü bir... Keyif adamı... Esti mi kafasına? Yakar bir sigara, çeker gider, mülayim bir sırıtmayla. İyidir Burak. Sohbeti, rakı-balığı, oğlunu çok sever. Birde çok güzel kahve yapar. Onun yüzünden alıştım Starbucks'a...

Duygu. Aahhh. Nasıl unuturum, ellerinle kestane soyup, yedirdiğini bana? İstiklal'in ortasında... Hırçın Karadeniz'in, sakin kızı...En yumuşak rengisin hayatımın...Ebru Abla. Oturduğumuz evi bile o buldu, gidip emlakçıdan. Beni en hatırlanmadığım zamanlarımda, o hatırladı. Hayat dolu, genç kız! Bilgili, edin sahibi, üslubu ile tam bir İstanbul Hanımefendisi. Adı "Neşe" olsa, bu kadar neşe saçamaz etrafına, bir kadın.

Yeter mi be Gökhan? Yeter mi sayfalar, kelimeler? Hangi literatürde var, sende ki delikanlılık? En liseli zamanlarımızın en efendi delikanlısı! Kardeşim! Kanım benim!
Ne acımız kaldı paylaşmadığımız? Ne tatlımız? Hayat attı arenaya, sen dövüşe, savaşa, ben kıra, parçalaya... Hep birlikte ama... Birlikte savaştık be Gökhan! Kalbimde ve aklımda olacaksın, ölene kadar!

Ebru Abla. Yaşanası bir dünyasın sen Ebru! Ne iyi oldu da geldin, yüce hayatıma. Keyfim tam kaçmıştı. Tam sohbet arasıydı bu bende ki boşluk. Dedim, konuşayım ama kiminle. Sen kahkaha atarak geldin hayatıma. Şen gülüşüne dayanmak ne mümkün? Akıllıca konuşan kaç kişi kaldı ki? Ölümü bile sen anlatınca, komik geliyor. Yüzün hep gülsün, gülen yüzüm.

Söylemek istediğinizi rahatça konuşabildiğiniz, hareketlerinizi salıverdiğiniz,yanındayken ailede gibi hissetmenize sebep olan biri var mı etrafınızda? Benim var. Tam bu yazdıklarımın isim karşılığı: Kenan ! Öfkesi saman alevi kadar geçici(sevdiklerine). O kadar içten ki, onunlayken rahat ediyor insan. Komik, sohbetşinaz, keyifli, yakın, arkadaş, abi ve bir yarı tanrının(benim) en yakın dostu.

Kenan'dan bahsetmişken, ayrılmaz parçası, onun bütünü ve anlamı olan, güzel eşi Reyhan'dan bahsetmemek olmaz. En stresli hallerde bile gülümseyen yüz kaslarının hakimi. Yakın ve cömert. Ne görüyorsanız, görmediğinizde o... Yani olduğu gibi... Samimi, merhametli... Yemek konusunda becerikli... Motivasyonumda etkili rolü var her zaman.

Dünya, Kenan ve Reyhan'ın kalbi kadar güzel olsaydı; Herkes ona aşık olurdu...

Uyuyayım biraz. Uyanınca devam ederim. Sabahı yaptık yine. Bir sigara yakma vakti ama önce... Sonrasında, hafif buğulu rüyalarımın kollarında süzüleceğim. Hem, o da orada...

Rüyalarımın prensesi! Birde uyanmak olmasa o anda... Bu tez uyanışlar yoruyor. Kapıyorum gözlerimi dostlarım... B...u sefer, o tatlı huzurla...

:::HAYRANLAR:::

İnsanlar hayranlık duyar, başka insanlara, onların yaptıklarına. Hayranı olduğumuz şeyler vardır. Haberi bile yoktur kimi zaman, hayran olduklarımızın, bizden. Benim nesnel tanrısallıklarımın da hayranları oldu. Onları çok sevdim. Beğenilmeyi sevdim, beğendikleri zaman. Beğeni topladım, zaman zaman.

Ben, iyi insanları seviyorum. Kimseye kötülük yapmıyorum. Kötü adam değilim ki? Bu yönüme hayranım. Yardım etmeyi görev azlettim... Görevimde azmettim. Görevime hayranım. İhlamur kokusu gibidir hayranlık... Etkisi baharlıktır. Bu yüzden güzel ve katışıksızdır. Yanlız, ömrünün baharında duyarsın. Hayran kalırsın yaşama. Hayran kalmayacaksan, yaşama!

Resim yapabiliyorum. Resim yapabildiğimi biliyorum. O zaman... Neden? Neden, şimdi yapamıyorum. Neden, şuanda kelimelerle, çizgiler atıyorum boş yüzeylere? Siyah bir toz bulutunun çıkıntılarına mı doluyor savurduğum harfler? Beyaz yüzeye saklanmış, yazıların mı üstünden geçiyorum? Mine, mesaj atmış bana bugün. Sevgilisi ile kavgalı olduğu bir döneme denk gelmişim o günlerde. Ondanmış yakınlaşmamız. Bir anlık boşluk. Şimdi ise sevgilisi ile tekrar barışmış. Onu, bir daha asla aramamamı rica ediyor. Ne kibar kız! Hayran oldum, onun bu tavrına. Oysa, ben ona hayrandım o gece. O da bana. Gülüşüne,bakışına,bedenine... O ve bana. Aramızdaki sıcak yakınlaşmaya hayrandım. Bir gecelik... İstememiştim. Bu kadar kelebek ömürlü olmamalıydı, hayranlıklarımız. Hayran gönüllülük...

Kızıl, alev saçlı... Ateşe bu kadar güzel uzatmamıştım elimi. Yakmayan, ısıtan sıcaklıklardı tuttuğumda alev bedenini. Seyrettiğim en renkli sinema eseri, gözlerinin yeşil perdesinde. İzlememiştim bu kadar hayran. Aşk mı? Tövbe, haşaaa! Ne aşkı? O gelecek program. Ömrümdeki kadınlara hep hayran oldum. Hayranlık olmazsa, kuru hamburger sevgisi kalır geriye. O anlık doyuran, sonrasında mideye oturan, hazımsızlık yapan çakma sevgi olur. Hayranlık olmazsa, aşk olmaz. Yarı tanrı ruhumu taşımakta zorlanıyor, zavallı ölümlü vücudum. Ruhum yoruluyor bazen. İnsanlar ne kadar doğasız. Neden doğanız yok ki? Her kişi neden farklı? Çeşitlilik. Tanrı, çeşitliliği sever. Bana anlatmıştı sebebini. Ona söylemiştim. "Bir gün insanoğlu senin onları yarattığını ve cömert nimetlerini unutup, sana dua etmeyi bırakacak. Sana inanmaktan vazgeçip, herşeyin üzerinde kendilerini hak sahibi görecekler" demiştim. Beni dinlemedi! Tanrım! Neden beni dinlemedin? Tanrı'ya, onun yarattığı tanrısallara ve benim gibi olan yarı tanrılara hayranım.

Bütün herşey bitmeden, doğruya ve iyiye hayran olmanızı diliyorum. Kötülüklerden uzak durmanız ve kötüye kanmamanız için dua ediyorum. Kurtulma ve iyileşme şansınızı, Tanrı'dan dileniyorum. Sizin için dua ediyorum. Sevdiklerim ve iyiler için...

:::EĞİTİM:::

Bana zayıf not veriyorlardı. Derslerim iyi olmadığı için. İyi ama istemediğim, sevmediğim, anlamsız öğretilerdi. Sevmediğim ve istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalacağımı daha ileride anlayacaktım. Zekanın ezber ve öğretmen dayağı ile ölçüldüğü, yobaz eğitim sistemi...

Yüce Atatürk! Bence en büyük öğretmen o! Hatta tek öğretmen. Onu bana öğretmediler. Ben öğrendim. Ben sevdim. Deniz mavisi bakışlarında, huzur bulduğum ve tanıdığım ilk yarı tanrı ! Atatürk! Geçek bir yarı tanrı... Canavarlar üzerime geliyordu, salyaları akarken, kuduz ağızlarından... Kaçamıyorum. Ellerim zincirli!
"Gölgeleriiiin Gücüüü Adınaaaa", "He-Man". Birden zincirleri parçalıyorum ve o yaratıkların hepsini, tek yumruğumla haklıyorum. iyilik kazandı. Bir kere daha... Kulağım sızlıyor. Ufff... Çok acıyor... Ağlayacağım... Ben bu kadar güçlüyken, bir kahramanken, kim canımı bu kadar yakabilir ki? Kafamı acıyan kulağım yönünde, hafifçe kaldırıyorum. Korkunç, kötü bakışlı, kara ruhlu bir dev! Evet evet. Bu bir... Bu bir öğretmen! Korkunç, kötü bakışlı, kara ruhlu bir öğretmen. Canımı yakan, küçücük bir çocuğun hayal dünyasını yıkan, kendince oyunlar oynayarak mutlu olduğu anları katleden bir öğretmen! Ben ona ne yaptım ki? Neden canımı yakıyor?

Derslerimi dinlemeliymişim. Ben dinliyorum zaten. Sadece dinlerken, resim yapmayı, kafamın içinde oyunlar oynamayı seviyorum. Yemin ederim, iç sesimdi bağıran, "Gölgelerin gücü adına" diye haykıran. İç sesimdi. Ağlayacağım şimdi, bırakmazsan kulağımı. Ağlamak istemiyorum. Hala bağırıyor... Kulağımı bıraktı sonunda. Ohhh bee. "Ellerini aç diyor". Açtım, buyur bakalım. Eee. Ne olacak şimdi? Aaaaahhhhhh. Acıdı. Çok acıdı... Cetvelle beş defa vuruyor ufak ve güzelim ellerime. Yetenekli ellerime. Öğretmen dayağı yiyorum, annemden "fiske" bile yememişken... Ağlıyorum sonunda... Kahramanlar ağlamaz... Ben ağlıyorum. Çocuklar ağlar... İşte Türkiye'de eğitim sistemi.

Sürekli birilerinin egosunu tatmin edeceksin. Dinleyeceksin zorla, beğenmesende, anklamsız gelsede, işine yaramasada... Boş bilgilerle doldurulacak beynin. Ya seve seve... Ya sike sike... Başka şansın yok. Seçim hakkı, özgür irade sınıfta kalır. Milli Eğitim Bakanlığı onaylı olacaksın yoksa söylediklerin, yazdıkların, yaptıkların; Doğru kabul edilmez. Bitti Allah'a şükür, o ilkokul denilen ilk eğitim rezilliği aşaması.

Handan'a aşıktım o zaman. Sarışın, mavi gözlü ve zeki. Bende esmer, karakuru, fare gibi bir çocuk. Ortaokulda, Yelda. Bahsetmiştim. Derslere olan nefretim orada da devam etti. Yanlış anlamayın. Bilgilerin hepsi gereksiz değildi. İleride işime yarayacak bilgileri, seçip alıyordum aralarından. Diğerlerinden farkım buydu. Ben, bana ne gerektiğini hep bildim.

Her insan, kendisine gerekeni bilir fakat bazen elde edemez. Önemli olan elde edebildiklerini, en üst düzeyde, gerektiği gibi kullanmaktır.