Hürriyet

22 Kasım 2012 Perşembe

Doğru Yalnız

İnsanlar ihtiyaçları doğrultusunda yaşarlar. İnsanlar, insanlara da ihtiyaç duyar. Bazen bu ihtiyaçları alışkanlığa döner. Bazense vazgeçişe... Ve vazgeçmek, yalnızlığa iter. Akıllı ve bilinçli varlık için yalnızlık bir seçimdir. Kara bir baht değil! Sıradan insanlar yani bilindik, alışıldık ve benzer beğenileri olan çoğunluk yalnız kalmaz. Oysa alışılmışın dışındaysanız, yalnızlık size karanlık ve sıcak kapılarını açar. Kapıdan girdiğinizde, soyut kalabalığı görürsünüz. Bu benimle ilgili değil! Yazdıklarım, düşüncelerimi ifade etme ihtiyacım ile ilgili. Ben yalnız değilim. Düşünebilen ve fark etme algısı gelişmiş hiç kimse yalnız değildir!

15 Kasım 2012 Perşembe

Düzen Sakini

Akıl ve ruh asla düz bir yolda ilerlemez. Şartlara ve zamana göre değişiklik gösterir. Bunun etkileri sonucu da ortaya, yaşam çıkar. 

Yaşamımıza ve yaptıklarımıza göre birey mevcut olur. Mevcudiyet bittiğinde de, hayat devam eder. Değişmeyen tek olgu hayattır. Dolayısı ile o bizi değiştirirken, biz onu değiştiremeyiz. 

Hayatı olduğu gibi kabul etmek, kadercilik değil, bu büyük düzene saygının ifadesidir. Saygınız devam ettiği sürece, o da size sevgi ile yaklaşır ama bu zamanlar nadirdir. 


Eğer hayat sürekli iyi şeyler verirse, birçok birey kontrolsüzleşir ve kaos ortaya çıkar. Kaosun meydana gelme ihtimali ise her zaman düzenin kurulması ihtimalinden çok daha yüksektir.

İşte bunun için hayat bize olması gerekeni, kendi düzeni içinde verir. Hayatın bana verdiği ve benden aldığı her şey için teşekkür ediyorum. Hepsini sevdim ve her bir anının, her bir kişinin benim varlığımda emeği geçti.

Özellikle beni seven kişilere, varlıklarıyla hayatımı aydınlattıkları için çok teşekkür ediyorum. Hatalarım için her zaman özür dilemeyi bildim çünkü onları isteyerek yapmadım. Bu yüzden kırdığım insanlardan da özür diliyorum.

Herkese sevgi ve saygılarımla...

20 Ekim 2012 Cumartesi

İKİLİ

İkili yaşayın hayatı!
İki defa sevin sevdiklerinizi.
Mesela onlar bir seviyorsa, çarpı ikiyle sevin siz.

Size bir üzülüyorlarsa, siz onlara iki üzülün.
Bir ekmeği ikiye bölün.

Bir bardak suyu iki kişi için.
Ne siz susuz kalın, ne sevdiğiniz.

İki sohbet edecek biri mutlaka olsun.
İki dinleyin, bir konuşun.

Birinin derdine ortak olun.
İki akıl birden yeğdir.
Dermanı beraber bulun.

İki gözünüz var.
Biriyle geçmişi görün, diğeri gelecekte olsun.

İki kulağınız var.
Hem insanları dinleyin, hem kendinizi.

Tek bir hayatınız var.
İki paralık etmeyin!

M.V

25 Ağustos 2012 Cumartesi

HAYAL


Gemiler yüzdürmek lazım, bazen hayal denizinde.
İçi tıka basa yolcu dolu...
İki dirhem bir çekirdek, umutlara,
yelkenler fora...

Yum gözlerini bazen, düşün.
Gece uyurken mesela.
Arada göz kapaklarını sıktığında...
Sigara dumanı kaçtığında mesela.

Kapat sımsıkı gözlerini...
Her görmek istemediğinde,
bu yalandan gerçek dünyayı!

Bazen görecek bir şey yoktur...













17 Temmuz 2012 Salı

Kabulleniş

Bu, ne isyan, ne pişmanlık, ne de inkardır! 
Bu, olduğu kişi olmak zorunda kalmaktır! 
Bu, "evet bu sefer olacak galiba" derken, olmamasıdır! 
Bu, her kaybedişi tekrar kazanmaktır! 
Bu, bir zaman istenilirken, bir daha istenmemektir!
Bu, bir şarkıya kaderini sığdırmaktır!
Bu, "iyi" olduğu için yalnızlıkla, şerefsizce kamçılanmaktır!
Bu, ciğerlerin dökülürken, kan yaşlarınla ağlamaktır!
Bu, yalanları kabullenenin, gerçeği kusmasıdır!
Bu, dümdüz, düpedüz, o s...tiğimini yalnızlığıdır!

M.V (Günlükler'den...)

11 Temmuz 2012 Çarşamba

KAL AN (Bölüm 2)


Müzik: Nathalie Manser – Magic

Nihayet kadın üzerini değiştirir, makyajını kontrol eder ve oda servisi tam kapıyı çalacakken, kapıyı açıp, tepside ki martiniyi bir dikişte içtikten sonra gülümseyerek “gracias” der ve koridorun merdivenlerinden aşağı heyecanla iner. Bara gider…

Adam orada, bir ayağı, yanında duran boş bar taburesinin demir çemberinde, diğeri yerde, yüzü geceye dönük oturmaktadır. Kadın saçlarını yavaşça açar ve topuklu ayakkabılarının mermere değdiğinde oluşan ritmiyle, ona doğru ilerler.  

İlk bakışma… İlk buluşma… İlk kelime:

-Merhaba

Tanışır iki yabancı yürek… Aşk başlar… Sizde de öyle olur, bizde de… Çevremizde, hayatımızca dolu divane, deli ölesiye, çılgınca, umarsızca sevdalar can bulur, canan bulur. Biter bazen mutlu sonlarla… Kimi zaman acıyla… Düzeltiyorum; çoğu zaman acıyla…

Müzik: Lacuna Coil – Within Me

Şimdi sizden, şu yukarıda adı geçen “Lacuna Coil” şarkısını açıp, eski aşklarınızı düşünmenizi istiyorum. Kim bilir, neler yaşadınız ve nasıl bitti? Her ne olursa olsun aşkı yaşadığınız, bir sevgiliye sahip olduğunuz için şanslısınız. Benim hiç olmadı… Yani sevgilim, karşılıklı aşkım… Şarkı bittiğinde okumaya devam edebilirsiniz.

Aşk; uğruna tonlarca sayfalar yazılmış bir tema olduğundan, ben sadece, birkaç gram eklemekle yetineceğim. Belki ileride ki sayfalarda bu konuya geri dönebiliriz.

Aşk denince benim aklıma çok şey gelir. Bunlardan biri de sorumluluktur!


SORUMLULUK

Müzik: Hans Zimmer – Vespertilio

Çok tanımı var birçok kavramın...

Taşımak istemediğiniz halde, size yüklenen ve sorduklarında “taşımaktan memnun olduğunuz yalanını” sürekli söylediğiniz en ağır yüktür!

İnsanlar seçim yaparlar ve sonuçlarına katlanırlar! Sorumluluklarımız, kendimizle birlikte, başkalarının da hayatını etkiler.

Belli bir yaşa kadar birilerinin sorumluluğu altındayken, bir yaştan sonra birileri, bizim sorumluluğumuz altına girer. 

Aslında; bütün yükümlülüklerimiz, bizi birer “kaos elçisi” olmaktan kurtaran antidotlardır. Sorumluluğu olmayan birinin, sorundan başka yapacak işi de olmaz.

Sorumluluk: Ağırlığını bilmeden “ben bunu kaldırırım” diyerek kibrin en üst seviyesine ulaştığımız ve “cesaret” diye maskelediğimiz sonsuz tonluk yüktür!  




2.Bölümün Sonu...
DEVAM EDECEK...


19 Haziran 2012 Salı

KAL AN (Bölüm 1)

Müzik: Uttara Kuru – Wings Of The Eagle

Doğduğumuzdan bu güne yaşadıklarımızı yazmayı, en az bir kere hepimiz istemişizdir. Doğum bütün mucizelerin anasıdır. Doğa ana gibi… Hepimiz doğanın bir parçasıyız. İnsan beşeri bir varlıktır ve medeniyetler boyunca bir şeylerin parçası olmuştur. İçinde bulunduğumuz yapılar ve şartlar ne olursa olsun, mutlaka bir şeylerin parçası olduk! 

Unutmayın! Bir şeyler ya da birileri asla bizim olmadı! Biz onların olduk! Bizim sandığımız her şey, o sonsuz uyku ile birlikte, onları bıraktığımız yerde kalır. Hatta kendimizden birçok parçayı da; birilerine ve bir yerlere bırakırız. Kendimizi ise ölüm adlı kapının vestiyerine, temelli emanet ederiz ve kapı kapanır!

AŞK


Müzik: Karunesh The Wanderer

-Âşık olalım! Haydi yapalım! 
-Neden? 
-Çünkü intihar etmek istiyorum!
-Ama neden?
-Çünkü buna değer!

Aşk aslında indirime giren koca bir grosmarket gibidir. Mağazanın açılacağı ve indirimli ürünlere hücum edeceğiniz dakikayı beklerken, dışarıda upuzun bir kuyruk oluştururuz. Herkese uygun ürünler içeridedir ve açılış dakikası yaklaştıkça heyecan artar. Saat gelir ve nihayet kapı açılır… Aşk’a giriş!



-Aşk Sahnesi-

Müzik: Gal Costa – Je Era Tempo

Erkek:

Şık kıyafetlerini giymiştir. Kravatını aynanın karşısında düzeltirken, kaldığı otel odasındaki termometreye gözünü kaydırır. Roma’da Temmuz sıcağı, klimaların kolay baş edemeyeceği seviyededir. Gece çok yenidir. Erkek tek başına geçirdiği tatiline, renk katacak bir parça macera eklemek amacıyla, odasından çıkar. Bara iner…

Beyaz ceket taşımak kolay değildir. İlk defa giyiyorsanız, size yabancı gelebilir. Ayrıca kesimi de çok önemli… Vatkalar asla belli olmamalı! Pantolon mutlaka siyah renk ve jilet gibi olmalıdır. Ayakkabılarınız İtalyan açma deri ve ayna gibi… Gömleğiniz; kırık beyaz… Kravat ince ve gömleğinizle zıt tonlarda… Eski moda gibi görünse de, bir klasik olarak papyon tercih edilmelidir.
  
Bara yaklaşır. Martini söyler ve barmenden rica eder:


-Lütfen çalkalamayın, sadece karıştırın(mix, but don`t shake).

*James Bond’u yaratıcısı; Ian Fleming’in, Bond karakteri ile özleştirdiği şahsi içim şeklidir ve ölümsüz repliği...  

Müzik: Amalia Rodrigues – Havemos De Ir A Viana

Kadın:

Otele geldiğinden bu yana 45 dakika olmuştur ama halen valizlerini yerleştirememiştir.  Hem sıcak ve yol yorgunluğu, hem de yeterince serinletmeyen “lanet olasıca klima!” Telefonu çalar. Erkek arkadaşı… Tam açacakken şarjı biter. Sinirle, yatağa atar kendini. Yatağın üzerinde duran, yarısı dolaplara pay edilmiş bavulundan şarj cihazını aramaya koyulur. Bulamaz… Her şey bu kadar aksi olmak zorunda mıdır? Düşünür ve önce bir içkiye ve kafasını toplamaya ihtiyacı olduğuna kanaat getirerek, oda servisini arar, yarım yamalak İtalyancasıyla:
-Bere per favore(İçki lütfen). 

Müzik: Marisa Monte – Speak Low

Odasının balkonuna çıkar ve dışarıyı seyretmeye başlar. Yıldızları, palmiyeleri, otel havuzunu, barı ve insanları… Hafif bir esintiye denk gelir. Keyfine iyice varmak için korkuluklara yaslanıp, gözlerini kapar ve omuzlarını ileri çıkartıp, başını hafifçe gökyüzüne kaldırır. Askılı, beyaz elbisesinin etek uçları esintiyle vals yapmaktadır. Rüzgâr; yumuşak ve cüretkar şekilde, bedeninin her köşesine dokunurken, bakışları tekrar aşağı kayar. 

Rastgele bakındığı insan kümelerinin  içinden, birine daha fazla bakış ayırır. Daha fazla bakılmayı hakeden adamı görür. O henüz rüzgârla flört eden, güzel kadını görme şansına erişememiştir. “Buradan göründüğü kadarıyla yakışıklı… Sadece bu değil, başka bir şey var! Saç kesimimi? Duruşu mu? Tam seçemiyorum… Giyimi olabilir mi? Casablanca filminden fırlamış, Humphrey Bogart tarzı takımı… Evet! Zevk sahibi biri!” 


DEVAM EDECEK...


25 Nisan 2012 Çarşamba

HAYAT BİR MUCİZEDİR (!)


Küçük bir kız bayram sabahı ne yapardı?
Eğer o bayram sabahı en sevdiğini kaybetseydi…
Annesi, babası ya da kardeşinden bahsetmiyorum. 3 yaşında bir kızın en sevdiği şeyden, evcil hayvanından bahsediyorum. Köpeğinden… Onunla oyunlar oynayan, sırtında gezdiren ve ona kayıtsız, karşılıksız bir sevgi besleyen köpeğinden bahsediyorum.
Uyandığında dili dışarı düşmüş, ölü bedeni yerde, gözleri kapalı yatan köpeğini kaybeden kız…

Evlenecek bir adam, nikâh günü ne yapardı?
Eğer o nikâha birkaç saat kala, evleneceği kadın ortalıkta olmasaydı…
 Her şey o kadar güzel gidiyordu ki… Nikâhtan sonra ikisi de cep telefonlarını kapatıp, havaalanına gidecek ve balayı planlarını gerçekleştireceklerdi. Elbette bu güzel hayaller, İstanbul’un yoğun ve ölümcül trafiğinde, gelin adayımızın ön camdan, yola fırlamasıyla, temelli ertelendi. Kazada gelinin babası ve abisi de, onunla birlikte can verdiler.
Cep telefonlarına bir daha cevap veremeyecekler. Damatsa bunu öğrenecek ve öğrendiğinde…

İşsiz biri, Cuma günü çalıştığı şirkete gittiğinde ne yapardı?
Başkasının hatası yüzünden, yanlış anlaşılarak işini kaybeden kişi…  
Kendini ve işini, karşısındakilerin anladığı kadar anlatmaya çalışan ama anlak sınırları yetersiz olan bu insanlara tarifte güçlük çeken, işine kendini adamış kişi... Hevesi kırılmış, hakkı yenmiş ve küstürülmüş kişi bir sabah işe geldiğinde, aslında işinden olduğunu öğrenir. İşini yapmayan ama başkaları üzerinden prim yapan, asalakların yanlış yönlendirmesi üzerine, hak ettiği değeri değil de, hak etmediği ithamları gören kişi…

Hayattayken, ölerek yaşayan kişi ne yapardı?
Bütün bunları sadece yazardı... Yazar.. Yaz!

M.V

9 Mart 2012 Cuma

GÖKYÜZÜ DÜŞÜYOR (1.Bölüm)

Çok ileride yani yıl olarak… Yaşayan(gerçekten) az kişi kalmıştı. Az derken? Gerçekten az. Sadece dört kişi vardı.

İlki bir kadın… 
Güçlü, güzel, zeki ve seksi ama en önemlisi yaratıcı! Ne demek istediğimi ilerleyen olayların ışığında anlayacaksınız.

İkincisi yaşlı bir erkek… 
Toprak cesetleri öfkeyle tükürdüğünde ve canlıları onlara kurban ettiğinde oradaydı ve hayatta kalmayı başarmıştı.

Üçüncüsü orta yaşlarda bir erkek… 
Zeki ve yakışıklı… Başta güçlüydü ama sonra hayatta kalmak kullandığı ilaçlar bu durumu oldukça tersine çevirdi. Bağımlı… Kimine göre toprağı bu kadar kızdıran oydu. Kendini ne sanıyordu? Tanrı! Acaba..?

Dördüncü ve sonuncu hayatta kalan… 
Aslında o bir… Nasıl derler? Erkek değil. Kadında değil. O bir cinsiyetsiz! Ürememiş… Bildiğimiz doğal yollarla doğmamış. Laboratuarda üretilmiş! Bu sakat yaratıkta, kendine “Gölgeci” diyor ve toprağı zehirleyen büyük ihtimalle oydu.

Şu saçma din kitaplarında yazdığı gibi kıyamet falan kopmamıştı. 2120 yılından sonra her geçen gün Dünya daha kötüye gidiyordu. Doğal kaynaklar iki binli yılların sonuna doğru iyice azalmış ve bir grup nükleer mühendisi ve kimyagerin liderliğinde “KAYNAK(Kaynak Analojisi Yaratma Nükleer Araştırma Konseyi)” kurulmuştu. Hükümetlerin en geniş çaplı ödeneği ayırdığı bu uluslar arası kurul, uzun çalışmalar sonunda sonuç elde etmişti. Su, hava, elektrik, petrol, kömür, bitkisel ve hayvansal gıdalar gibi yaşamsal ihtiyaçlar sentetik olarak üretilmişti.

Birçok insan KAYNAK’ı kahraman olarak ilan ederken, bazı çevrelerde “Tanrı” rolü oynamalarına tepki gösteriyordu. Doğanın dengesine müdahale edildiğini ve yapılanların şeytansı olduğunu savunan dini gruplar, anarşist eylemler başlatmıştı. Onların nezdinde, KAYNAK’ın yaptığı; yaşlanmış ve ölmek üzere olan bir insanın ömrünü uzatarak, ölümün huzurundan onu mahrum bırakmakla aynıydı.

Din adamlarına göre Dünya daha fazla yaşamak istemiyordu ve onu zorlamak sadece daha kötü sonuçlara yol açacaktı!

KAYNAK nesiller boyu bir sonraki jenerasyona aktarılarak, geleneksel bir yolla çalışmalarına devam etti. Laboratuarda üretilen her madde, doğadaki ile aynı tepkimeleri ve özellikleri barındırıyordu. Aslında… Barındığı düşünülüyordu. KAYNAK bünyesinde çalışan, bazı bilim adamları, yapılandırılan üretilen sentetiklerin zararlı reaksiyonlar gösterdiğini fark etmişti. 

Mesela su günde 100 ml oranından fazla içilirse, kişinin bünyesine bağlı olarak, bir süre sonra deliliğe sebep olabiliyordu. Ya da günde 6 gramdan fazla tuz tüketimi kokain etkisi yapabiliyordu. Elbette müptezeller için bu durum iyiydi. Argo tabiriyle “kıyak” bir olaydı. Yasadışı tuz ticareti bile yapılıyor ve bundan ciddi kazançlar elde ediliyordu.

En kötüsü ise maksimal oksijen tüketimi ile gerçekleşiyordu. Bunu biraz detaylandıracağım… Gezegende hava(oksijen) tükenmiş ve nefes almak için kullanılan tek kaynak laboratuarda yapılmaktaydı. Normal ve sağlıklı bir insanın günde 53 lt oksijen tüketmesi gerekir fakat hareketlilik ve biyoritme göre bu oran artabilir. KAYNAK tarafında üretilen oksijeninse günlük olarak tüketilmesi gereken oranı 48 litreydi. Bu oran aşıldığında kişinin alyuvarları aşırı artarak, bedeni patlatabiliyordu.

Gerçek anlamda patlama! Bu patlamanın tahrip gücü bir anti-tank mayına eşdeğerdi! O yüzden, hükümet yetkilileri tarafından her bireye içinde 48 lt oranında oksijen olan “hava tabletleri” veriliyordu. Bu tabletlerin fazla alınması ile doğabilecek tehlikeleri engellemek içinse, her yurttaşın kalbine biyoritm modülü takılıyordu. Eğer oksijen miktarı artarsa, bu modül kalbi kapatıyordu! Böylece birer ayaklı bombaya dönen insanların, toplum içinde yaratacağı “ölümcül” risk engellenmiş oluyordu(?).

Bütün yapay kaynakların dağıtımı, her ülkenin hükümetleri tarafından halka sınırlı oranlarla veriliyordu. Nefes almak, su içmek, yemek ve buna benzer doğuştan sahip olunması gereken haklar, çok farklı elde ediliyordu. Hayat birçok tarafından yaşamaya değer bulunmuyordu. İntiharlar ve akıl hastalıkları her geçen gün artıyordu.
KAYNAK merkez olarak Türkiye’nin o zamanki başkenti İstanbul’da bulunuyordu ve her ülkede birer tane ofisi vardı.   

Bütün bu yapay ve mide bulandırıcı hastalıklı yaşamı sonlandırmak isteyen ÖLÜM(Özgürlük Lejyonu Üstün Mücadelesi) adlı asi grup, KAYNAK’a sürekli saldırılar düzenliyordu. Dünya’da değil, koca bir hapishanede yaşadıklarına inanıyorlardı. İnsanlık ölürse, özgür olacaktı!

Son olarak bir grup din adamı da doğal kaynakların tekrar ortaya çıkacağı efsanesine bağlı kalarak, efsanede adı geçen “kurtarıcı”yı arıyorlardı. Adları YOK(Yaratılmış Olanı Kurtar)’tu! Onlar hem KAYNAK’ın, hem de ÖLÜM’ün düşmanıydı.

Bu üç ideoloji her ortamda ve şartta birbirlerini yok etmeyi deniyordu!

...

1.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...    

7 Mart 2012 Çarşamba

BEBEK (15.Bölüm) Son Bölüm

Akşam haberleri… Zaman belirsiz.

-Bolu Dağı’nda yaşanan kazada iki kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında birde 6 aylık bir bebek var. Sisin yoğun olduğu saatlerde, karşı yönden gelen kamyonun sarhoş sürücüsü, direksiyon hâkimiyetini kaybetmesi üzerine, biri bebek, diğeri yalnız bir baba olan iki kişinin hayatını biçti.

Bu hikâyede geçenlerin hiçbiri yaşanan şeyler değildi… Kafası karışanları ve “nasıl yani?” diyenleri aydınlatmak için:

Soru 1- Metin hastanedeyken, hem de aynı saatlerde nasıl Bolu Dağı’nda oluyordu?

Soru 2- Metin’e araba çarptı ve bacağı kırıldıysa, neden bir şey göremiyor ve hareket edemiyordu?

Cevap 1 ve 2- Metin Bolu Dağı’nda kaza yapan kişinin ta kendisiydi. Komaya girmişti ve koma halindeyken bazı rüyalar görüyordu fakat bunları gerçekten ayırt edemiyordu. Bacağının kırıldığı kazada sadece rüyadan ibaretti.

Soru 3- Tülay ve Gülay, onu aradıklarında neredeydi? Hastanedeyse, neden kimsenin onu aramadığından şikâyet ediyordu?

Cevap 3- Metin Bolu Dağı’nda kızıyla, o sisli gecede kaza yapmadan önce Gülay’ın aradığını görerek, meşgule almış ve sonrasında kaza yaptığından, geri arayamamıştı. Tülay ve Gülay o gece ona ulaşamamıştı. Komada yatarken, bilinçaltında roller değişmiş ve sanki onu kimse aramıyormuş düşüncesi beynine yerleşmişti. Aslında Tülay’da, Gülay’da koma boyunca belirli aralıklarla onun yanında olmuştu.

Soru 4- Şeniz kendi kızı mıydı?

Cevap 4- Evet. Metin’in evlatlık kızıydı.  Şeniz’i , evlat edindikten 1 hafta sonra hafta sonunu geçirmek için Çanakkale’de yaşayan, Tülay’ın evine doğru yola çıkmıştı. Gülay’da oradaydı ve Metin bu iki meleği ailesi olarak kabul ediyor ve evlatlık kızını da onlarla tanıştırmak istiyordu. Yolda kaza yapmasaydı bu gerçekleşecekti.

*Öncelikle şunu söyleyeyim. 5.Soru ve onun cevabı her şeyi anlatıyor. Kitabın anahtarı ve konusu bu soruda… Şimdi sorumuza gelelim:

Soru 5- Şeniz’in 9.Yaş gününde, Gülay’ın “Bu babanın senin için yazdığı kitap. Kitabın adı “BEBEK”. İçinde bütün sevdiklerin var. Hepimiz varız.” Diyerek verdiği “BEBEK” isimli kitabı kim, nasıl yazmış olabilirdi?

Cevap 5- Metin, Şeniz’le yola çıkmadan önce arabaya bindiklerinde; Gülay ve Tülay’ın fotoğraflarını ona göstermişti ve bebeğe onların aileden olduğu anlatmış, nihayet tanışacaklarını ve artık daha büyük bir aile olacaklarını söylemişti. Bebek her kelimeyi dikkatle dinleyip, koca mavi gözlerle ona bakmıştı. Kaza anından yarım saniye önce Metin, arka koltukta duran bebeğe bakarak “O benim yaşama sebebimdi. Onu daima koruyup, sevecektim. Ölünceye kadar…” diye düşünmüştü. Hemen sonrasında arabanın ön camından içeri patlayan ve gözümü kamaştıran farları görmüş ve orada hayata veda etmişti.
Metin kaza anında ölmüştü. Kalp ölümü, öldüğünü anlayamayacak kadar hızlı olmuştu ama beyin ölümü, Dünya zamanıyla birkaç dakika sürmüştü. Bilinçaltı ilk başta öldüğünü değil, kazadan kurtularak yaşadığını kurgulamış ve kendini kazanın dışına çıkartıp, kaza yapan arabasına sanki başkasınınmış gibi baktığını düşündürtmüştü(hikâyenin başında anlatılan olay). Kızının ölümünü görmeyen gözleri, beynine yaşadığına dair sinyaller yollamış ve yol kenarındaki arabada bulduğu bebeğe farklı bir açıdan bağlanmasına sebep olmuştu. Beyin ölümü gerçekleşene kadar yaşadığı(nı zannettiği) olayları zaten okudunuz.
O an ölen bir insanın yaşadığı olayları ve kızına sevgisini anlatan bir kitabı yazması mümkün değildi. Bu yüzden Gülay, Şeniz’e yazılmamış bir kitabı vermiş olamazdı. Metin’in ilk başta onu arabadan çıkartması, Gülay’la aynı evde yaşamaları, Tülay’ın Beşiktaş’taki evi, Metin, Şeniz’in evlat edinilme aşamaları, Şeniz’in okula gidişi, Çanakkale’de vefat eden anneannesi… Bunların hepsi yoktu! Asla olmamış ve yaşanmamıştı.
Kaza sırasında bebek, arka koltukta sıkışıp, havasız kalarak can vermişti. Bu ufak canlının, ölmeden önce verdiği hayat mücadelesi 7 dakika sürmüştü. Babasının ona anlattıklarını parçalar halinde düşünmüş ve hikâyemizi oluşturan büyük tabloyu ortaya koymuştu! Bebeğin hafızası, gördüğü her sahneyi, duyduğu her kelimeyi özenle bir araya getirerek, bir kitaba dönüştürmüş ve bilinçaltında bu kitabı, ona babasının verdiği yalanını yaratmıştı.

*Bir bebeğin ölmeden önceki yedi dakikada hafızasında yer alan parçalardan oluşturduğu dünya.

Televizyon…

-Çok üzücü bir kaza sayın seyirciler. Henüz altı aylık olan bir bebek, yaşamla ölüm arasında 7 dakika boyunca mücadele etti ama ne yazık ki ölüme yenik düşerek, hayatını kaybetti.

Tülay:
-Ayy kapat şu televizyonu! Öffff. İçim fenalaştı. Yazık yaaa… Canavar gibi gidiyorlar yolda.

Gülay:
-Kızım alkollüymüş bir de adam!

Tülay:
-Allah belasını versin onun!

Gülay:
-Off daraldım. Hadi çıkalım. Mehdi bekliyor.

Tülay:
-Ne konuşacakmış bizle? Sana söyledi mi?

Gülay:
-Valla tam anlamadım ama “evlat edinmekten, nihayet kızı olduğundan” bahsediyordu. “Gelince detaylı anlatırım size” dedi.

-SON-

6 Mart 2012 Salı

BEBEK (14.Bölüm)

Tülay’ın Seddülbahir’deki evi…

Gülay telefonu kapattıktan sonra elinden düşürür. Her şeyi Tülay’a ve Hakan’a anlatırken, benzi atmış, dudakları titremektedir.  Tülay çığlık atar!
-Neeee? Neee?  Ne diyorsun kızım sen? Ne diyorsun?

Gülay, gözleri dolu ve ağlamamaya çalışır. Hakan, ağzı açık donakalmıştır. Tülay, kendini tutamaz,  ağlamaya başlar. Yüzü üzüntüden parçalanmış, Gülay’a yönelir:
-Kızım bak doğru söyle! Metin olduğuna emin misin? Yanlış kişidir. O olamaz. Emin misin? Dedim! O mu?

Gülay daha fazla dayanamaz ve gözyaşları isyan eder...
-Oymuş! O yaa… O işte! Onun telefonunda aradılar. Bana meşgul vermişti. Sonra aramadı bir daha… 

Telefonum çalınca, bende arayan odur zannettim.  

Gülay ağlamaktan konuşmakta ve yutkunmakta zorluk çekiyordu.
-Komadaymış! Komada dediler bana!

Dokuz yıl sonra…

-İyi kiii doğduun Şeeniiiz. İyi kiii doğduun Şeeniiiz. İyi kii dooğduuun, iyi kii doğdun Şeeeniiiiizzz (alkış sesleri).

Tülay, Şeniz’in yanağına bir öpücük kondurur.
-Aşkım, iyi ki doğdun. Al bakalım, bu da hediyen.

Şeniz’in 9. Yaş günüydü…
Paketi arsızca açar. İçinden kocaman bir ayıcık çıkar. Tülay, gülümseyerek:
-Beğendin mi canım?

-Efet. Çok beyendiim. Teşekküy edeyim anne teyzeciim(O günden bu yana Şeniz’in büyümesinde çok emeği geçen Tülay, onun için ikinci bir anneydi).

Tülay, Şeniz’e sıkıca sarıldı.
-Canım benim. Nice sağlıklı yaşlara…

Hakan’da Şeniz’i yanaklarından öperek, hediyesini uzattı.
-Mutlu yıllar.

Şeniz, bir süre uğraştı ama Hakan eniştesinin hediyesini açamadı ve Tülay’dan yardım istedi.
-Anneteyzecimm, açamadım. Açay mısın?

-Ne demek aşkımmm benim. Ver açayım. Oooo… Hakan eniştesi, kızıma ne almış böyleee.

Şeniz:
-Ne almışşş?

Tülay, paketten çıkan elbiseyi Şeniz’in göz hizasında havaya kaldırarak, ona doğru tutar.

-A-Aaaa… Balerin kıyafetiii. Sen baleye başlayacaksın ya, bunu giyeceksin. Beğendin mi?
Kıyafeti Tülay’ın elinden alan Şeniz, sevinçle odasına koşarak, hemen giyer ve birazdan salona geri gelir. Herkes ne kadar güzel olduğunu söyler.

Şeniz, sevinçle Gülay’a dönerek:
-Anneciim sen ne aldın?

Gülay, Şeniz’i kucağına alarak, dizine oturttu.
-Ben sana iki hediye birden aldım canım. İlk hediyen burada, aç bakalım beğenecek misin?

Şeniz, paketi açtıktan sonra yüzünü bir sevinç kaplar. Ağzını, kendisini hayrete düşüren hediye yüzünden “vaaay” diyerek açar.
-Pateeeennnn. Çok iyiii yaaa. Şıkı-şıkı-şıkı.

Şeniz’in bu yorumu üzerine gülüşme sesleri birbirine karışır. Hakan, gülerek:
-Hahaha. Bu çocuk böyle konuşmayı nereden öğrendi acaba?

Tülay, Hakan’a dönerek:
-Pardon da, kimin kızı yani?

Gülay, kızına sıkıca sarılıp, dudaklarından öper.
-Yerim o ağzı ben, aşkların en güzeli! Bak bu da ikinci hediyen. Babanın uğurlu rakamı 9’du ve eğer burada olsaydı sana 9.Yaş gününde bunu verirdi. Buda babanın hediyesi.

Şeniz, Gülay’ın bu sözlerinden sonra hiç hatırlamadığı babasından gelen hediye paketini dikkatlice açtı. İçinden, kapağında kendisine ait fotoğraf olan bir kitap çıkmıştı. Şeniz, meraklı ve anlamamış gözlerle kafasını Gülay’a çevirdi.
-Anne bu ne?

-Bu babanın senin için yazdığı kitap. Kitabın adı “BEBEK”. İçinde bütün sevdiklerin var. Hepimiz varız.

Şeniz, elinde sıkıca tuttuğu kitabıyla Gülay’a(Metin’in ölümünden sonra onu evlat edinen ve büyüten meleğe) küçücük kollarıyla, kocaman sarıldı.

Dokuz yıl önce… Metin’in Bolu Dağı’nda yaşadığı kazanın ertesi günü…

-Bazı insanlar komadayken ayrı bir hayat yaşarlar. Beyin, koma halinin farkına varmamıştır ve bilinçaltı, çeşitli anı ve hayalleri harmanlayıp, hastaya gerçek olduğunu hissettirir. Böyle durumlarda hasta komada olduğunu bilmediği ve yaşamını devam ettirdiğini zannettiği için komadan çıkamaz. Çünkü onun beyninde hayatı zaten devam ediyordur.

Tülay ve Gülay koridorda beklemektedir. Gülay, kucağındaki ufak bebek(Şeniz)le, doktoru dinlemektedir. Ona sorar:
-Doktor Bey, bana lütfen net bir cevap verin. Metin komadan çıkacak mı?

Doktor, gözlüğünü sağ eli ile çerçevesinden tutarak düzeltir ve...
-Ne yazık ki, pek mümkün değil. Üzülerek söylüyorum, hayatının kalanını bitkisel hayatta geçirebilir.

Doktor Gülay’ın kucağında ki ufak bebeğin yanağını okşar. Gülay’a dönerek:
-Eşiniz için gerçekten üzgünüm.

Gülay:
-O kocam değil. O benim parçam ve içeride olmasına rağmen benden çok uzakta.

14.Bölümün Sonu

DEVAM EDECEK...

1 Mart 2012 Perşembe

BEBEK (13.Bölüm)

4 saat oldu. Kimse yok. Aradım açan yok. Arayan yok. Bu akşam birlikte yemek yiyecektik. Gidemedim. Araba çarptı ve ben hastanedeyim.  Başıma gelenleri anlatmak için Gülay’ı aradım, açmadı. Sonra Tülay’ı aradım. O da cevap vermeyince… Bekledim. 4 saattir bekliyorum. 

Neden bu karanlık? Kör mü oldum? Hayır, sanmıyorum. O zaman niye..? Bir dakika ben neden hareket edemiyorum? Ne verdi bunlar bana? Hareket edemiyorum… Tülay neden hala aramadı? Gülay’da aramadı… Kimse beni aramadı. Bana ne verdiler? Bu karanlığın sebebi ne? 

Doktoru çağıracağım. Sesim!!! Sesim yok! Bağırıyorum, duyan yok mu? Sesime ne oldu? Sesim neden çıkmıyor? Karanlık neden? Neden kimse aramadı? Acımı hissetmiyorum. Bu muhteşem! Yine de arayan olmaması kötü…”

Tülay’ın Seddülbahir’deki evinde…

Tülay, sesinde endişeli ve bakışlarında duacı, Metin’den haber almaya çalışıyordu. Sesi, artan endişesi ile titremeye başlamıştı:
-4 saat oldu. Kaçıncı defadır arıyorum açmıyor. Başına bir şey mi geldi?

Gülay’da meraklanmış, elinde telefon bekliyordu. Aklına kötü düşünceler gelmesin diye çabalıyordu ama işe yaramıyordu.
-Ya deme öyle… Bir şey olmamıştır… Bir daha arıyorum.

Telefonu kulağına götürür. Bekler…
“Beklemenin en kötü tarafı nedir biliyor musunuz? … Beklemek!”

Gülay, hat düşene kadar çaldırır. Sesi sıkıntılı:
-Açmıyor yaa. Niye açmıyor ki? Demin aradığımda da meşgul verdi. Tülay, başına bir şey mi geldi dersin?

Tülay, elinde tuttuğu telefonuna, umutsuzca bakarak:
-Offff. Bilemedim. Bu çocuk şimdiye kadar mutlaka arardı. Yolda kaza falan geçirmiş olmasın? Birilerine haber mi versek?

Gülay biraz sessiz kalır sonra:
-Kime haber vereceğiz?

Tülay umutsuzca:
-Yaa bilmiyorum. Ne bileyim? En son konuştuğumuzda “burada çok sis var ama dağ yolu az kaldı. Ben seni 1 saat sonra ararım” demişti. Belki karayollarını arar, sorarız. Bolu dağı tarafında kaza falan olmuş olmasın? Onlar bilir...

Gülay:
-Evet, bence de arayalım. Ayy, Allah korusun… Oralarda bir kaza olduysa… İnşallah olmamıştır. Dur, ben Internet’ten karayollarının numarasını bulayım(bilgisayarının başına geçer).


O gece… Bolu Dağı… Gece yarısından sonra saat 01:00 civarı…
"Bu akşam yola çıkmak iyi bir fikir değildi. İyi fikir değildi. Bu kar yağışında... Yarın sabah erkenden yola çıkmalıydım. Amma da sis var. İnsan bu siste kaza yapar."

Telefonum çaldı. Arayan Tülay’dı. “Bir saat sonra gelirim” demiştim. Neredeyse iki saate yakın oldu. “Yolu göremiyorum. Telefonla konuşmak için arabayı sağa, yolun kenarına doğru çeksem iyi olacak.”  Telefonun sesine bebek uyanmıştı! Ağlamaya başladı. Arabayı kenara çektikten sonra arka koltuğa döndüm ve ona biberonunu verdim.

-Tamam, kızım, ağlama aşkım. Şşşşş. Hadi bak, mama burada. Aferin benim güzel kızıma.

Telefonu tam elime aldığımda, kapanmıştı. “Harika!” dedim ve telefonu yan koltuğa bıraktım. O sırada tekrar çalmaya başladı. 

Ekrana baktığımda, bu sefer arayanın Gülay olduğunu gördüm.  Koltuğun üzerinde duran telefonun “reddetme” tuşuna basarak meşgul tonu verdim. Kontörü gitmesin diye hep öyle yaparım. Kızım biberonunu iki eliyle sıkıca kavramıştı. Onu, henüz geçen hafta evlat edinmiştim ve bu kısa sürede birbirimize alışmıştık. Bu gece kızımı, ailemin geri kalanıyla tanıştıracağım. Gülay ve Tülay’la… 

Gülay’ı aramak için telefona uzandım. Kızım bana bakıyordu. Sakin ve huzurluydu. Koskoca mavi gözlerinin içine bakarak, dünyalardan güzel olan bu ufak meleğe gülümsedim. Şeniz’ime… Gezegenime… O benim yaşama sebebimdi. Onu daima koruyup, sevecektim. Ölünceye kadar…

Kafamı şoför kabinine çevirdiğimde, arabanın ön camından içeri patlayan ve gözümü kamaştıran farları görene kadar… 

22 Şubat 2012 Çarşamba

BEBEK (12.Bölüm)

İş çıkışı, akşam saatleri…

-(*)Adalı’dayım tatlım. Sen neredesin?

-Şimdi indim. Geliyorum.

(*)Adalı’dan kısaca bahsedeyim. Tam ismi “Adalı Bar” olarak geçiyor. Taksim Mis Sokak’ta, Hakan'ın işletmeciliğini yaptığı Bar’ın adı.

O gün Hakan yoktu. İzinliydi ve evde dinleniyordu. Ben laptop’ımı açmış yeni bir yazı dizisi yazıyordum. On dakika kadar sonra Gülay gelmişti.
-Naber canım?

-Hoş geldin. İyidir. Senden..?

-Ay nolsun. Hakan yok mu?

-Bugün izinliymiş. Yemek yedin mi?

-Yok canım, yemedim. Yiyelim istersen.

Aslında yemekten sonra söylemeyi düşünüyordum ama …
-Gülay ben bu bebeği evlat edineceğim!

Gülay’ın suratında hafif alaycı bir tebessüm belirdi ve elini “ya Metin yaa” anlamında hafifçe kaldırdı. Elini kaldırdığı hareketin, birebir sözlü duyumunu da işittim zaten. Gülümseyerek:
-Yaa Metin ya. Hacı bebeği verdik, bitti. Ne evlat edinmesi? Ben anlamadım.

-Evet verdik ve şimdi geri alacağım. Beni Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan aradılar bugün. Bebeğin ailesini bulamamışlar ve istersem evlat edinebileceğimi söylediler. Gülay, 32 yaşımdayım. Aile kurmak istiyorum ama sevgilim bile yok. Beğenilen bir insanım fakat sevgili olmak için fazla iyiyim. Ben… Birçok konuda fazla olgunlaştım. İlişkilerde dürüstlük, sevgi, saygı ve özverinin en önde geldiğini çok uzun zaman önce, daha çocukken anladım. Ne yazık ki, kadınların geneli hala onları ağlatan, üzen, üzerine düşmeyen, önemsemeyen, kaba ve gelişmemiş erkekleri tercih ediyor. Genelin dışında kalan kadınlar ile de benim yollarım kesişmiyor.  Tatlım kabullenmem lazım. Ben alışıldık erkeklerden değilim ve insanlar alışkanlıkları dışında birini seçmeye çekiniyor.

-Sen fazla iyisin. Bekle elbet birini bulursun. “Her kör satıcının, bir kör alıcısı vardır” derler.

Gülümsedim.
-Aile kurmak için körü körüne bekleyemem. Ayrıca değişemem. İyiliğe ve doğruluğa inandığım için yalnız kalacaksam, buna katlanabilirim ama boş umutlara bel bağlamaya artık katlanamıyorum.

-Peki ne yapacaksın?

-Bir kızım olmasını çok istedim. Sanki Allah dualarımı kabul etmişçesine o gece, Çanakkale yolunda, bu bebeği karşıma çıkarttı. Sonra ondan vazgeçip, bebeği karakola teslim ettik ama bugün, onu evlat edinmem için beni aradılar! Biliyorsun, ben tesadüflere inanmam. Bütün bunların bir anlamı var! O bebeğin kaderinde ben varım! Benimde kaderim de o! Bu yüzden yarın onu evlat edineceğim!

Gülay beni sakince dinledi. Onunla konuştuğumuz her konudan daha farklıydı bu…
-Nasıl bakacaksın?

-Onu çok severek, ilgilenerek… Kendime çok daha az zaman ayırarak ve masraflarımı kısarak.

-Sence bu kadarı yeterli mi? Çocuk yetiştirmek sadece bunlarla oluyor mu?

-Tabi başka şeylerde gerekli…

Gülay devam etti:
-Metin, söz konusu olan bir bebek! Gece ağlayacak, uyanacaksın. Bazen hiç uyumayacaksın. Hasta olduğunda başında sabahlayacaksın. Kendine zaman ayırmayı bırak, bütün sosyal hayatını çöpe atacaksın! Maddiyatı zaten söylemiyorum. Kuruşunu hesaplaman gerekecek! Hem en önemlisi, bu bebeği “anne” diyebileceği biri olmadan yetiştirmen doğru mu? Anne sevgisini arayacak, anne şefkatini isteyecek. Çalışıyorsun ayrıca… Sen işteyken kim ilgilenecek? Kime bırakacaksın? Ya da başkasına gönül rahatlığı ile bırakabilecek misin? Bence çok kolaymış gibi düşünüyorsun ama kolay değil!

Benden cevap gelmedi. Sadece bir sigara daha yaktım. Başımı önüme eğerek, dumanı burnumdan dışarı üfledim.

-Tülay’ın haberi var mı?

-Yok. Ona söyleyemedim. Aradım ama cesaret edemedim.

-Neden?

-Çünkü…

Duraksadığım yerden Gülay devam etti.
-Çünkü ona söylersen demediğini bırakmaz hacı! Biliyorsun değil mi?

-Evet. Sence söylemeli miyim?

Gülay “manyaklaşma” dercesine kaşlarını kaldırarak, gülümsedi.
-Bence hiç söyleme.

Sigaramı küllüğe bıraktım yavaşça. Kollarımı birbirine kavuşturarak, iki dirseğimi masaya yasladım.

-Tatlım, haklısın. Söylediklerini bende düşündüm. Eğer bu bebeği evlat edinmezsem ve başka biride edinmezse, onu bir yetimhaneye verecekler. O yetimhanelerde her şeyden yoksun yetişecek. İlgi, sevgi, anne, baba… Özel olma! Ben onun, bundan daha fazlasını hakkettiğine inanıyorum. Kolay olmayacak ama bugüne kadar hayatımda “kolay” kelimesi asla olmadı! Bunu yapacağım Gülay! Benim bebek sahibi olmayı ne kadar istediğimi biliyorsun. Ayrıca delinin bir olduğumu da… Bu ikisi birleşince, ortaya benim “kararım” çıkıyor! Bana desteğini hiç eksik etmedin (Gülay gülümser) ve asıl şu dönemde, desteğine çok ihtiyacım var!


Gece, heyecandan ve korkudan uyuyamadım. Ertesi sabah, işyerimden izin alıp, istenilen bütün evrakları götürmüş ve işlemleri başlatmıştım. Evraklarımın incelenmesine müteakiben, ortalama bir hafta süre içinde bana geri dönüş yapacaklarını söylemiştiler. İçimde bir taraf geri dönüp, bu işten vazgeçmemi söylüyordu çünkü bu işin altından kalkabileceğime inanmıyordum. Paylaşmak amacıyla Gülay’ı aradım. Meşgul verdi. Büyük ihtimalle meşguldü. “Daha sonra beni arar” diye düşünerek, ofise doğru yol aldım. İş yerime ulaşıp, bilgisayarımın başına geçtiğimde Gülay aradı. Son gelişmeleri aktardım ona…

-Umarım her şey yolunda gider canım.

-Merak etme Gülay’ım. Gidecek.  

“Gitmeli, gitmek zorunda…” diye içimden geçirdim.

Gülay’la konuşmamız henüz bitmişti ki… Tülay aradı. Cuma akşamıydı ve biz uzun zamandır görüşmediğimiz için birbirimizi özlemiştik. İş çıkışı onların evinde toplanacaktık. Plan buydu ama uygulama bu şekilde olmamıştı...  

İşten çıkmış ve Çemberlitaş’tan Karaköy’e doğru, tramvay yolunun paralelinde ilerliyordum. Karaköy’den “Tünel” aracına binecektim. Dediğim gibi… Plan buydu…

Uygulamaya gelince;
Sirkeci’de ışıklardan karşıya geçerken, kırmızıya yakalanmamaya çalışan bir araç, bana yakalandı. Dışarı ses çıkmış mıydı o an? Bilmiyorum ama ben kemiklerimin birbirinden, acıyla ayrılırken attıkları çığlığı(kemik kırılma sesi) gayet net duymuştum. Aslında bacağım kırılmasaydı, kalkıp adamı dövecek ve sonra yavaş adımlarla planıma ilerleyecektim. 

Böyle gelişmemişti…

Yerdeydim… İnsanlar bana bakıyordu… Acımı tutamıyorken, ağlıyorken ve yerdeyken… Çok kötü görünüyor olmalıydım. Elim telefonumu arıyordu. Birinin “ambulans çağırın” dediğini duydum. Kendi ambulansımı kendim arayabilirdim. Telefonumu ceketimin iç cebinden çıkarttım ve 112’yi aradım.

-Acil buraya bir ambulans yollayın. Bacağım kırıldı ve duramıyorum. Çok acımaya başladı.

Millet hayretle bana bakıyordu. Ellerim titreyerek bir sigara yaktım. Birazdan ambulans geldi ve en yakın hastaneye doğru yola koyulduk. Ben oradan, acı ve huzursuzluk içinde uzaklaşırken…

Hakan ve Tülay akşam için hazırlık yapmışlardı bile.

...

12.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

16 Şubat 2012 Perşembe

BEBEK (11.Bölüm)

İstanbul, Beşiktaş. Tülay’la Hakan’ın evi…

-Anlamadım Hakan?

Evin içinde, bir o yana, bir bu yana, sinirle dolaşan Hakan; başını iki elinin arasına alır önce, çenesini ovuşturur sonra. Tülay’a dönerek:
-Ya işler kötü işte. Bu ayın maaşını tam alamayacağım. “Önümüzdeki ay hesaplaşırız” dedi. Ne deseydim?

-Hakan delirtme beni! Ne demek “ne deseydim?”

Oflama ile bütünleşik, yarım bir nefesin ardından…

-Hakan “Benimde ödemelerim var. Evin kredisi var. Ona göre hesabım var” diyeceksin!

Hakan sakinliğini korumaya çalışsa da… Yapamaz ve bağırarak:
-Yaa sen neden anlamak istemiyorsun? İşler kötü diyorum! Tülay, adam dükkânı kapatmayı düşünüyor zaten. Bu durumda nasıl derim? Bende biliyorum herhalde istemeyi ama zamanı değil!

Tülay kaşlarını çatar, elinin sırtlarını beline koyar:

-Zamanı ne zaman Hakan! Söyle! Ne zaman Hakan? Sevgili patronun ne zaman verirse o zaman mı Hakan?

Hakan’dan cevap gelmez. Kısa bir sessizlik…  

Tülay:
- Braavooo. Pr-raavvooo demek istiyorum sana. Ben bir şey demiyorum. Nasıl istersen öyle yap Hakan.

Hakan ses tonunu düşürerek devam eder. Bu tartışmayı uzatmak istemiyordur.
-Sevgilim, pazartesi konuşurum. Tamam mı?

Tülay “Allah’ım sana geliyorum” modunda gözlerini yukarı devirerek:
-İlle benim dürtmem mi lazım? Sen düşünemiyor musun?

Hakan iki elini yukarı açar ve gözlerini de tabiî ki… 
-Allaaah. Ne alakası var. Ben sana bir şey anlatıyorum. Evin kredisi var derim, kalanını isterim pazartesi. Niye uzatıyorsun ki?

Sesini o da azaltarak ve hafif imalı şekilde gülümseyerek:
-Ben uzatmıyorum aşkım. Her seferinde aynısı oluyor. Beni delirtiyorsun sonra ”tamam yaparım” diyorsun. Neden ben demeden yapmak aklına gelmiyor Hakan?

Hakan tekli koltuğa oturmuş, başını ellerinin arasına almıştır. Eline kumandayı alır ve kanalları aramaya başlar. Tülay, sinirle mutfağa doğru yönelir. Giderken:
-Ben karışmıyorum Hakan. Nasıl istersen öyle yap.

Hakan ellerini açarak:
-Allah Allah.

İşte o sırada Allah olaya müdahale eder. Tülay’ın cep telefonu çalar. Arayan “ben”imdir. Salondaki koltukta, Hakan’ın yanında olan telefonu Hakan alır. Numaramı görünce seslenir:
-Metin arıyor.

Tülay mutfaktan cevap verir:
-Eee açsana aşkım. Mutfaktayım.

Hakan, telefonu açar.
-Alo.

Ben, mutlu olduğum anlarda sesime yerleşen, o hafif cıvık ifadeyle:
-Naber Hakan’ım?

-İyi. Sen napıyorsun?

-Ne olsun işte. Aynı iş güç. Siz napıyorsunuz?

-Oturuyoruz bizde. Bugün izinliydim. Tülay’da yeni geldi. Dur geliyor, veriyorum. Hadi görüşürüz.

-Görüşürüz Hakan’ım. Kendine iyi bak.

-Sende…

Telefonu Tülay alır. Gülümseyerek:
-Canım ne haber?

-İyiyim hayatım. Sen nasılsın bakalım?

-Ay sorma. Sevgilimle uğraşıyorum.

-Niye? Ne oldu yine?

-Yaa. Maaşının yarısını vermiş patronu. Kalan yarısını önümüzdeki ay demiş. Bu nasıl bir rahatlıktır? Hiç düşünmüyor. Bu adam evlendi, borcu harcı var. Beyimizde” tamam” demiş.

-Nasıl vermiyor? Cebinden versin(bende az değilim. Tülay’ı iyice fitilliyorum). Sanki parası yok.

-Yokmuş! Neyse artık ben karışmak istemiyorum canım.

Hakan’ın yanı başında geçen bu konuşma, onun kumanda butonlarına daha sert basarak ve Tülay’a hafif sert bakmasıyla yön değiştirir.

-Sen neler yaptın? Anlat bakalım.

-Valla tatlım, aynı… İş yerinde biraz sorunlar var. Şu Zekiye geri zekalısı yüzünden.

-Geri zekalı! Takma kafana ya, boş ver. Gerçi sana diyorum ama bizim işyerinde de durum aynı. Hakan’da bana çok kızıyor. Kendimi üzüyorum diye…

-Kocan haklı. “Boşver“ demeyi öğrenmek lazım tatlım.

-Evet hayatım. Öğrenemedik. Acaba bunun bir kursu falan var mı(gülümseme)?

-Bilmiyorum tatlım(gülümseme)

-Gülay sende kalmış geçen gün.

-Evet. Biliyorsun, anneannemi kaybettikten sonra biraz dağıldım(bebekten bahsetmek için aramıştım ama vazgeçmiştim. O an doğru zaman değilmiş gibi geldi). Sağolsun o gece yanımdaydı. Yalnız kalmak istemiyordum. Gülay’ımı çok seviyorum. Seni de çok seviyorum tatlım.


Yeri gelmişken…

Tülay ve Gülay’a… Nasıl anlatsam? İkisini de çok seviyorum. Dosttan öte(Gülay’ın dediği gibi) bir sevgi bu. Masumca… Art niyetsiz ve azalmaksızın devam eden bir sevgi. Korumaya değer bir sevgi. İnsanlar hep ailesini seçemediğini söylerler. Bu yanlış! Ben ailemi seçtim! Bu hayatım boyunca yaptığım en fevkalade seçimdi. Aramızda çok güzel, sağlam bağlar var. Onlara aşığım. Güzel ailem, onlar benim.


Telefon görüşmemiz, sevgi sözcükleri ve gündelik konulara getirilen yorumlarla devam etti. Hakan’a tekrar selam söyleyerek, telefonu kapattım. İçimde, yarının heyecanı. Akşam, beni aradıklarını Gülay’a anlatacaktım ve sabah olduğunda ise ya bebek sahibi olacak ya da olmayacağıma karar vermiş olacaktım. 

11.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

BEBEK (10.Bölüm)

O günün akşamında, Gülay eve gelir gelmez arabaya atlayıp, Çocuk Şube Müdürlüğü’ne doğru yola çıktık. Bebek daha iyiydi. Ateşi yoktu.

Neyse, çocuk şubeye gelmiştik. İçeri girince, orada ki sivil memurlardan birine durumu izah ettik. Bebekle ilgili elimde hiç bilgi yoktu. Bu sebeple, onu bir süreliğine “kimliksiz” Bize sorulan birkaç sorudan sonra form doldurmamızı istediler. İçimde bir sıkıntı peydahlandı. “Hayır olsun” dedim.

-Ne oldu?

-Bilmiyorum. Sadece içimde bir sıkıntı var. Doğru şeyimi yapıyorum?

Daha sonra sözlü ve yazılı ifademi de bıraktım. Bebeği şubede bırakıp çıkarken, yüreğim burkulmuştu. Ertesi sabah onu, geçici olarak yurda teslim edecekler ve ailesini aramaya başlayacaklardı. Başım öyle ağrıyordu ki, ellerim titreyerek cebimden çıkarttığım bir ağrı kesiciyi susuz yuttum. Gülay bana bir şeyler söylüyordu. Onu duyuyordum ama kelimeleri kesinlikle anlamıyordum. Çıktık oradan…

Buraları çok detay vermeden anlatıyorum çünkü hatırladıkça halen içime bir sıkıntı doğuyor. O gün benim en berbat günlerimden biriydi. Oradan çıktıktan sonra konuşmadım yani sadece birkaç temel kelime. Arabada sürekli düşünüyordum. “Ne yaptım?” Onu resmen aldığım gibi sokağa atmıştım. Gülay doğru olanı yaptığımı defalarca kere tekrarladı. Benim kendimi kötü hissetmemem için…

-Hiç iyi hissetmiyorum. Keşke götürmeseydik…

-Metin saçmalama.

-Kendimi iyi hissetmiyorum! Onu sokaktan aldım, şimdi yine sokağa bırakıyorum. Ne olacak ki? Onu boktan bir yetimhaneye verecekler. Sonra… Onun psikolojisini bir düşünsene!

-Metin, bu sokak kedisi mi? Alıp, besleyesin. Hacı burada bir bebekten bahsediyoruz. Yetimhaneye vermeden önce ailesini aralar herhalde. Bulurlarsa, anne babasına kavuşacak. Sen bu çocuğa bakabilecek misin?

Sessizlik…

-Yaa söyle… Bir bebeğin sorumluluğunu almak o kadar kolay değil.

-Allah’ın en ebleh tipleri nasıl bakıyor? Nasıl yetiştiriyor? Çoğu kişiden daha iyi büyütürdüm onu!

-Hacııı. Bitti gitti! Yaa neden ısrar ediyorsun? Yapma bunu.

-Özür dilerim.

Yola devam ettik. Gülay beni eve bıraktıktan sonra evine döndü. O gece içim boştu, gözlerim dolu.


1 Hafta sonra…
İş yerime geldim. Bilgisayarımı açıp, gelen mail kutumu kontrol ederken, cep telefonum çaldı.

-Efendim?

Bir kadın…
-İyi günler beyefendi. İstanbul Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan arıyorum. Metin Bey ile mi görüşüyoruz?

-Evet benim.

-Metin Bey, geçen hafta bir bebeği ailesinin bulunması gereğiyle, Çocuk Şube’ye bırakmışsınız. Yapılan araştırmada bebeğin, kan bağı olan kimsesi bulunamadı. Bebek,  yasal olarak, kurumumuza sevk edilmiştir. Çocuklarımızın aile şefkati ile yetiştirilmesi kapsamında başlattığımız çalışmalarımızca, 0-5 grubu bütün öksüz ve yetimlere yuva edindiriyoruz. Bu kapsamda, maddi imkânları sağlayabilecekseniz ve evlat edinmeyi dilerseniz, talebinizi buraya gelerek bize bildirebilirsiniz.

-Ben… Evet, gelmek isterim. Yarın sabah gelebilir miyim?

-Elbette Metin Bey. Olur. Yarın sabah sizi bekliyoruz. İyi günler.

Telefonu kapattıktan sonra artık anlamıştım. Onu bulmam tesadüf değildi! Hemen Gülay’ı aradım ve onunla konuşmam gereken bir konu olduğunu, görüşmemiz gerektiğini söyledim.

-Bebekle mi ilgili?

Asla bir şeyi saklamayı beceremiyorum.

-Evet. Çok ilginç gelişmeler var.

-Akşama konuşuruz canım.

Tabii ben meraklı, sabırsız Melahat…

-Nerede buluşacağız?

-Bilmiyorum. Bakarız ama herhalde Taksim’de buluşuruz herhalde.

-Tamam hayatım. Görüşürüz.

Sevinçle telefonu kapattım. Sonra sigara içmek için terasa yönlendim. Aklımdan tek geçen, bebekti. 

10.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

8 Şubat 2012 Çarşamba

BEBEK (9.Bölüm)

Biraz sonra salonda otururken, dile gelmesinden korktuğum kelimeler yola çıktı.

-Metin bu çocuğun bir ailesi var. Onu merak eden, bekleyen… Annesinin, babasının onu ne kadar merak ettiğini bir düşün. Kötü bir niyetin olmadığını biliyorum ama doğru olanı yapman lazım.  Bu senin bebeğin değil!

-Haklısın…

-Ayrıca nasıl bakabilirsin ki? Çalışıyorsun oğlum(Gülay’ın konuşma tarzını seviyorum. İçten...).

Gülay bunları söylerken başımı öne eğmiş, halı desenlerine bakıyordum. Dediklerinde haklıydı. Olayı başka bir açıdan gördüm. Ben bir bebek kaçırmıştım! O uyuyan bebek, benim değildi. Bu rüya kabusa dönüşmeden bitmeliydi.

-Gülay, ben… Ben…

-Canım, bir şey demene gerek yok. Yarın birlikte karakola gider ve ailesini bulmaya çalışırız.

Bazen ona ihtiyacın olduğunu söyleyemezsin ve o bunu anlasın istersin. Bakışların ağırlaşır, hareketlerin tutuktur. Başına bir ağırlık oturur sanki. İçinden “beni anlasın” dersin. Çünkü ona ihtiyacın olduğunu söylersen, güçsüz görünmekten, onun nazarında zayıf düşmekten çekinirsin. O anladığında ise her şey rahatlar. Aklın, gözlerin, ellerin… Karnında biriken sancı gider. Rahatlarsın kısaca…   

-Biz? Sende mi benimle geleceksin?

-Evet. Beraber gideriz.

“Beraber” kelimesini duyduğumda rahatlamıştım. Karakolları sevmem. Kim sever ki? Bu yönden rahatsızlığım devam diyordu.

O gece bunları konuştuktan sonra birer sigara daha içip, uyuduk. Sabah Gülay işe gitti. Benimde iş başı yapmam lazımdı ama bu gün olmaz. Bu bebek varken… Gülay haklıydı gerçekten. Bu işi kotaramazdım. Bu şekilde olmaz…

Gülay beni uyandırmak istememiş ve 07:45’de kalkıp, onbeş dakika da hazırlanıp,hooop iş başı… Ben o saatlerde son rüyamın final sahnesindeydim. Rüyamda bir çizgi roman dükkânındayım. Çizgi roman bakıyorum… Benden başka kimse yok içeride. Derken arka taraftan bir ağlama sesi… Bir bebek ağlaması duyuluyor. İçimden “kimin bu bebek, sustursa ya şunu” diye geçiriyorum. Avazı çıktığı kadar ağlıyor. Bütün sakinliğim, huzurum kaçıyor birden. Elimdeki çizgi romanı bırakıp, ağlama sesine doğru ilerliyorum. Arka tarafa açılan bir perde var. Hani rüyanızda, bazen ne yaparsanız, ne olacağını hissedersiniz ya! İşte bende biliyorum ki; perdeyi açarsam, bebek susacak. Sadece ilgi istiyor…

Perdeyi açarken, renkler, görüntüler birbirine karıştı. Rüya yok olmaya başladı. Gerçek hayata geçiş yapıyordum. Rüya, tam perdeyi aralarken bitti. Uyanmıştım. Öyleyse ağlama sesi neden hala devam ediyordu? Aman Allah’ım! Bebek ağlıyor! 

Hemen yerimden fırladım! Küçük odaya, bebeğin yanına koştum. Çok ağlıyordu. Kucağıma aldım. Ateşi yoktu. Kucağımda sallamaya başladım. “Pişşş, pişşş, pişşşş” sallıyordum. Bana bakıyordu. Biraz kusmuştu. Ağzının etrafını sildim. Şimdi… Neyse sustu nihayet. Küçük eliyle, burnuma dokundu. Beni keşfediyordu, tanımaya çalışıyordu. Bende kendi kendime söyleniyordum.

“Aaahh. Ben bir aptalım! Çocuk ağlıyor ve ben uyanmıyorum! Çatladı be çocuk ağlamaktan!”

-Uyu ufaklık… İşte böyle. Henüz uyanmak için erken. Uyusun da büyüsün, ninni…

“Sesim çok kötü. Açtı gözlerini tekrar! Fena geldi çocuğa benim ninni.” Hiç söylemeyi düşünmediğim bir şey söyledim o anda içimden.

“Allah’ım bu bebeği ailesine teslim edeyim. Bitsin bu iş!”



9.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...




30 Ocak 2012 Pazartesi

BEBEK (8.Bölüm)

Çok kar yağıyordu. Yaklaşık iki gündür aralıksız… Heryer tutmuştu. Bu havada gelmesi zor olacaktı. Bu havada doktora gitmekte zor olacaktı. Kapı çaldı! Yerimden fırladığım gibi kapıya gittim. Oyalansın diye radyoyu açmıştım. Müzik onu biraz dingileştiriyordu. Henüz sakinleşmeye başlamış olan bebek, kapının çalmasıyla tekrar ağlamaya başladı. Kapıyı açtım. Gelen Gülay’dı… Gülümsedim, içim rahatlamıştı.

-Hoş geldin hayatım.

Soğuktan donmuş halde…
-Naber canım?

-İyiyim tatlım.

Üzerini bile çıkartmadan içeriye girdi ve ağlama sesine doğru (salona) ilerledi... Gülay, onu kucakladığı gibi tekrar kapıya yöneldi. Bana dönerek:
-Hadi Metin! Çocuk ateşler içinde. Ağlamaktan çatlayacak. Yaa inanamıyorum sana. Önce bir hastaneye gidelim. Seninle sonra konuşacağız!

Suratımı kabahatini bilen ufak bir çocuk gibi yere devirerek, paltomu aldım. Dışarıda fırtına vardı. Gülay, bebeği resmen koynuna sokmuş ve ona sıkıca sarılmıştı. Arabaya doğru ilerledik. Yepyeni bir Honda JAZZ… Gülay bunu alalı daha bir ay olmamıştı. Gülümsedim hafifçe “Tam kadın arabası” diye geçirdim içimden. Neyse, bindik arabaya. Ben ufaklığı aldım kucağıma… 
Hastane evin iki sokak arkasındaydı. Oraya ulaşmamız çabuk olmuştu. Hemen çocuk doktorunu yakaladık, çıkmak üzereydi. 15 dakika sonra reçetemiz yazılıyordu. Bir ateş düşürücü iğne yapmışlardı ve şimdi daha sakindi. Gülay her şeyi karşıladı… Kendimi mahcup, aptal ve sorumsuz hissediyordum.    

Nöbetçi eczaneden ilaçları alıp, eve gittik. Bebek yolda uyumuştu. Ben sürekli teşekkür ediyordum. Gülay’da önemli değil diyordu. Yol boyunca bundan başka bir şey konuşmadık. Eve geldiğimizde saat akşam sekiz civarıydı. Bebeği arka koltuktan alıp, hafifçe kucakladım. Merdivenleri çıkıyorduk. Ben önde, Gülay arkada…

-Metin anahtarları ver, kapıyı ben açayım.

-Tatlım, paltomun sağ cebinde...

Anahtarları aldı ve yavaşça içeriye girdik. Bebeği yavaşça yatak odasına götürdüm. Güzelce üstünü örttüm ve gece düşmesin diye yatağın etrafına birkaç sandalye koydum. Mışıl mışıl uyuyordu. İçeri geldiğimde Gülay “gel bir sigara içelim” diyerek, balkonu gösterdi. Sigaramı aldım ve dışarı çıktık.

-Metin ne bu? Anlat bakayım şu olayı baştan.

-Ben Çanakkale’ye giderken, anneannemi ziyarete, yolda çok sis vardı ve ben orada öylece duran bir araba fark ettim. Neredeyse çarpıyordum. Son anda frene basıp, durabildim. Sinirlenmiştim! Kaza yapacaktım. İnip, arabaya doğru ilerledim. Kimse yoktu. Sadece arkada bir bebek ve onu orada öylece bırakamadım. Yanıma aldım. Aslında Jandarma’ya bırakacaktım. Çanakkale’ye gidene kadar kararım buydu. Anneanne’mi, görmek istedim önce. Onu ziyarete gittim. Bebekle tabii… Anneannem bebeği görünce, şaşırdı. Evlendiğimi falan düşündü. Ona da olayları anlattım. Bana “teslim et karakola, ailesini bulsunlar” veya “oğlum sen delirdin mi?” gibi şeyler demesini beklerken…

Sesim kısıklaştı… Gözlerim çok hafif doldu. Biran dalmıştım ki… Gülay’ın sorusuyla kendime geldim.
-Ne dedi anneannen?

Kendimi tekrar konuya adapte ettim.
-Anneannem dedi ki… O… “Keşke senin bebeğin olsaydı” dedi. Bende onun bu dileğini yerine getirmeye karar verdim.

Gülay, şaşkınlıkla:
-Olum manyak mısın? Anneannenin lafıyla, el alemin bebeğini nasıl alır evine getirirsin? Hem anneannenin, onu kastetmediğini biliyorsun değil mi?

Başımı öne eğdim. Sigaramdan derin bir nefes aldım. Başımı gökyüzüne kaldırıp, bir nefeste soğuk havadan…
-Anneannemin son sözleriydi bunlar.

-Anlamadım. Nasıl? Ne demek o?

Gülay’ın birkaç soru cümlesini arda arda kurmasına rağmen, cevap tek ve çok sadeydi. Çokta üzücü…
-Anneannemi kaybettim. O öldü.

Gülay, yarım saniye kadar duraksadı...
-Nasıl yani? Ne diyorsun sen?

-Çanakkale’de toprağa verdik. Mekânı cennet olsun. Artık tamamen tek başınayım.

Gülay’ın bakışlarındaki yumuşaklığı çok iyi bilirim. O güzel içi gülen gözlerdeki merhamet ve duygu dolu o bakışları…

Elini yanağıma koydu… “Canım” dedi çok şefkatli bir ses tonuyla… 
Ben gülümserdim belki başka zaman olsa ama bu sefer sadece… Ağladım… 
Gülay’la sarıldık... 
Cenazede istediğim gibi ağlayamamıştım. Tutmuştum hep kendimi, güçlü görünmek için metanetli olmuştum. Şimdi çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra, doya doya ağlıyordum. 
Ona sarılıp, dakikalarca ağladım. Bir süre sonra onunda ağladığını fark etmiştim.

O gece kar yağıyordu bütün şehirde…  
Hüzünlü yüzümde ve Gülay’ın ışıldayan saçlarında eriyordu soğuk kristal taneleri.

8.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

BEBEK (7.Bölüm)

Anneannemin vefatından sonraki gün.
Kapıyı yavaşça açtım. İçim mahvoluyordu, o eve adım atarken. Kucağımdaki bebeğin altını değiştirdim önce. Birbirimize alışıyorduk. Artık ağlamıyordu. Ona aldığım çıngıraklı oyuncağı verdim. Televizyonu da açtım. İzlesin, oyalansın diye... Her yere anneannemin beyaz sabun kokusu sinmişti. Eşyalarını yavaşça toparlamaya başladım. Mutfağı... Banyoyu... Salonu... Son nefesini verdiği yatağı... Her yeri toparladım. Arada oturup, ağladım. Arada balkona çıkıp, sigara yaktım. Gözüm bebekte...

Anneannemin dediği son cümleyi hatırlamaya çabaladım. Neydi? Düşünüyordum... Neydi..? En son ne demişti? Hatırladım nihayet.

En son "Maşallah çokta güzel bebek. Keşke senin olsaydı..." demişti.

Televizyon izliyor, ağzında biberonu. Sevimli velet. Ne düşündüğümü tahmin edersiniz herhalde. Onun benimle kalıp, kalamayacağını düşündüm. Bunun ne kadar doğru olacağını... Karakola haber vermeyi... Hiç haber vermemeyi... Anneannemin son sözlerini, son isteğini bu şekilde gerçekleştirmiş olacaktım. Biliyorum, onun asıl kastettiği bu değildi. Bu şekilde değil. Benim evlenip,çoluk çocuğa karışmamdı. Fakat bunca yıldır ilişkisi bile olmamış biriyken, bunca yıl sonra nasıl olacaktı da, birini bulup, evlenecektim? Ömrüm buna yetecek miydi? Ayrıca içimden bir ses, bu bebeği,o gece bulmamın bir tesadüf olmadığını, bunun kader olduğunu söylüyordu. Hoş, bugüne kadar içimde ki ses beni genelde yanıltmıştı.

Kararımı vermiştim. Sigaramı söndürüp, içeri girdim. Bebeğin yanına oturdum. Birlikte televizyon izlemeye devam ettik.
...

Bir hafta kadar sonra yıllık iznim bittiği için İstanbul'a dönmüştük. Ben ve ufaklık... Çanakkale'de ki anneannemin evini derli toplu bırakmıştım. Oraya bir daha ne zaman gideceğimi bilmiyordum. Üzüntüm biraz azalmıştı. Saatler sonunda Bakırköy'e... Eve varmıştık.

Kapıdan girince, bebek ağlamaya başladı. Altını değiştirme zamanı diye düşündüm. Açtım baktım. Altı kuruydu. Karnı da aç değil, biliyorum. Gazı mı var acaba? Karnına bakıyorum. Sertlik var biraz sanki. Kucağıma alayım. Heh, oldu işte. Şimdi sırtını biraz okşayalım...

-Hadi kızım. Çıkart gazını. Sal gitsin (bunu söylerken gülüyorum ama bu sefer o iyice avazlaşmaya başlıyor).
    
-Sakin ol kızım. Tamam. Kötü espriydi, özür dilerim. Tamam, ağlama artık. Neyin var? Ne istiyorsun?

Ateşine baktım. Ateşi vardı. Doktora götürecek paramın olmadığı gerçeği ve onu doktora götürmem gerektiği gerçeği ile baş başa kalmış ve başıma ne iş aldığımı düşünmeye başlamıştım. Birinden para istemeliydim. 

Düşündüm… Arayabileceğim ve bana para verecek çok fazla insan yoktu. “Allah’ım ben ne yapıyorum?” diye kendimi sorgulamaya başlamıştım ki… Cep telefonum çaldı. Arayan Gülay’dı. Açtım:

-Naber tatlım?

-İyilik canım, sen nasılsın?

-Bende iyiyim. Evdeyim işte. Sen nasılsın Gülay’ım.

-Ayy aynı işte. İş güç, uğraşıyorum.

Gülay bir an duraksadı…
-Metin, sen neredesin?

-Evdeyim... ???

-Ee, yanında kim var?

-Kimse… ???

-Ağlama sesi geliyor.

-Aaa… Immm… Evet. Doğrudur.
Gülay’a saçma sapan ünlemler kullanıp, duruyordum. Doğru dürüst bir cümle kuramadım ve sonunda tahmin ettiğim tepki geldi.

-Yaa, Metin deli etme beni! Evde bebeğin ne işi var? Kimin bebeği o?

“Eğer yalan söyleyecek kadar çakal değilseniz, doğru söyleyecek kadar cesur olmalısınız!” Bende doğruyu söylemeye karar verdim. Ayrıca bebeği doktora götürmek için Gülay’dan yardım isteyebilirdim. O bana hep yardım ederdi…

-Kısaca özetleyeyim; bu bebek benim sorumluluğumda ve şuan ona benden başka bakacak kimse yok! Senden bir şey isteyeceğim. Lütfen dinle beni.

Sesinden anladığım; Gülay, benim yarım yamalak konuşmalarımdan ve ne olduğunu anlayamadığından biraz kızgın, birazda şaşırmıştı.
-Ne?

-Yanımdaki bebeğin ateşi var. Onu doktora götürmem lazım ama param yok. Tatlım, sende varsa… Çünkü başka kimseden isteyemem bu durumda.

-Metin ne diyorsun? Ben hiçbir şey anlamadım!

- Tatlım, şu telefonda bunu anlatamam. Buraya gelebilir misin?

Gülay’ın sevdiğim bir yönü de çözüm odaklı olmasıdır. Telefonu kapatmadan önce en son şunları söyledi:
-Tamam, geliyorum. Ne karıştırıyorsun bilmiyorum ama içimden bir ses çok kızacağımı söylüyor. Bekle!

Dedi ve telefonu kapattı. Olayları anlattığımda, bana gerçekten kızacaktı. Bebeğin yanına gittim, elimle ateşine baktım. Evde bir derece bile yoktu! Tek başıma yaşamaya alışmıştım. Ne bu ev, ne de ben bir bebeğe göre değildik! Ben bu bebeğe nasıl bakacaktım? “Offf! Gülay çabuk gel lütfen..”



7.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

26 Ocak 2012 Perşembe

BEBEK (6.Bölüm)

Anneannemin vefatından yedi yıl sonra... Şeniz okula başlamıştı. Okulda ki ilk gününde çok ağladığı için Gülay, onunla birlikte sınıfta oturmak zorunda kalmıştı. Akşam birlikte eve döndüler.

-Hoşgeldiniz.

-Hoşbulduk Metin. Aaay sinirlerim tepeme çıktı.

-Neden? Ne oldu ki?

-Ay sorma yaa. Gerizekalı sınıf öğretmeni, beni delirtti.

-Yemek hazır. Otur tatlım. Sofra da anlatırsın.
Gülay yemek yemeyi çok sever. Bende öyle... Gülümsedi. Masanın başında konuya devam ettik.

-Şeniz ağladı bugün. Gitme diye. Korkuyorum diye... Bende gidemedim. İş yerini aradım. Durumu anlattım. Neyse, sınıfa beraber girdik. Bu salak öğretmen başladı söylenmeye!

-Hanımefendi yapmayın ama böyle. Bu şekilde çocuğu alıştırmayın.

-Aaa. Ağlasın mı çocuk? Dedim.

-E, ağlarsa ağlasın canım.Çocuk bu, ağlayacak ağlayacak, susacak. Diyince, bende şalterler attı!

Gülay'ın anlatımını çok beğenirim. Tam mimik insanı. Gülümsedim.

-Tabi senin elin, ayağın oynamaya başladı.

-Aynen Hacı (arada bir diyor bunu)! Siz lütfen kendi işinize bakın. Ben kendi çocuğumu sizden daha iyi tanıyorum. Benim kızım hassastır. Diğer çocuklar gibi değil. Sizin kadar sadist olamam! Dedim.

-İyi demişsin tatlım.

Gülay'ın, Şeniz'i kendi öz kızı gibi sahiplenmesi çok hoşuma gidiyor. Şeniz yemeğini yerken bizi dikkatle dinliyordu. Ona küçük yaşta kendi yemeğini yemesini öğretmiştim. Bu, onun kendine özgüveninin oturması için gerekliydi.

Yeni bir işim vardı. Kızım okula başlamıştı ve Gülay'da işinde oldukça ilerlemişti. Bugünlere gelmek kolay olmamıştı.

6.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

BEBEK (5.Bölüm)

Herşeyi anlattım... O gece, yanan odun sobasının yanında, uyuyan ufak misafirimi seyrederken... Ne kadar da huzur dolu uyuyordu.

-Oğlum, keşke sende evlenseydin de, çoluk çocuğa karışsaydın. Mürüvvetini görseydim ölmeden.

-Anneanne ne diyorsun sen? Ne ölmesi? Ooo daha gençsin yaaa. Dur bakalım.

-Metin, ben artık eskisi gibi her yere koşturamıyorum. Bir gün bir yerim ağrımasa, ertesi gün ağrıyor. Sağlığım eskisi gibi değil. Ne yar kaldı sevecek, ne ser kaldı mücadele verecek. Sen daha gençsin. Aslan gibisin. Evlen, yuvanı kur. Yerini bil oğlum.

Biraz duraksadı. Bebeğe baktı.

-Maşallah çokta güzel bebek. Keşke senin olsaydı...

Kafamı bebeğe çevirdim. Anneanneme baktım sonra... Gülümsedim.

-Hadi uzan biraz anneanne. Bende sana portakal soyayım. Kabuklarını da sobanın üzerine koyarız. Mis gibi kokar.

Uzandı... Mutfağa doğru kalktım. Bebek uyuyordu.  Benimde uykum vardı. Şöyle deliksiz bir kaç saat uyuyabilsem... Elimde portakal tabağı, girdim içeriye.

-Anneanne.

Ses yok. Uyumuş mu?  Yorulmuş olmalı bütün gün. Tek başına ev işleri kolay değil. Yoruluyor. Elimdeki tabağı, masaya bıraktım. Üstünü örteyim diye yaklaştım. Boynu ağrıyacak böyle. Başını hafifçe düzelteyim de... "Dur bir dakika"

-Anneanne.

İçime kötü bir his doğdu. Bir aksilik var. Nefes almıyor sanki... 

-Anneanne? Beni duyuyor musun? Anneanne...
Hafifçe omuzlarından sarsmaya başladım. İçimdeki korku gerçek olmasın diye dualar ediyorum.  Zamanın durduğu an derler ya. İşte o an zaman durdu. Gözyaşlarım ise daha yeni başlıyordu.

-Allah'ım lütfen! Hayır! Olmasın bu! Anneanne! Uyan gözünü seveyim! Allah aşkına uyan!
Daha sert sarsıyorum ama hareket etmiyor! Korktuğum başıma geldi! Nefesine bakıyorum. Nabzına... Yok! Olamaz!

-Gitme sakın! Saçmalama! Beni bırakma sakın! Lütfen!

Kapaklanıyorum, onun hareketsiz vücuduna. Gözyaşlarım durmuyor. Kalbim yerinden çıkacak. Mideme sancılar saplanıyor. Hiç ölmeyecekmiş, beni hiç bırakmayacakmış gibi düşündüğüm anneannem... O, benim ailem... Gitti! Öyle bir ağladım ki... Bebeğin sese uyandığını fark etmedim bile. Bana bakıyordu. Sanki anlamıştı... Sanki... Öylece sessiz, beni izliyordu ama gözleri hüzünlü...

Ertesi gün, öğlen namazıyla, en değerli varlığımı toprağa verdim. Komşulardan bir kaçı ve ben... Birde bebeğim. Onu kimseye bırakamamıştım. Soranlara uzunca açıklamak yerine, kendi çocuğum olduğunu söyleyip, insanları savuşturuyordum. O gün cenazede de çok ağladım ama bu sefer sessiz, sedasız... Gözlerim tuzdan yanıncaya kadar... Başsağlığı dileyenler... Toplasan hepsi 4 kişi... Yaşamı boyunca toplayabildiği insan sayısı bu kadar! Neden? Çünkü anneannem düzgün ve iyi bir insandı. Düzgün ve iyi insanların bu dünyada ki son yolculuğunda ancak bu kadar insan oluyor demek. Acımı nefretle bilemeyeceğim. "Allah rahmet eylesin. Mekanın cennet olsun anneanne"...

İşte o gün son sözlerim bunlardı. Sonrasında uzunca yürüdüm ve bebek hiç ağlamadı. Ona yeni aldığım biberonuyla mutlu... Bense yeni kaybımdan dolayı mutsuz. O gün baya yürüdük kısacası...

5.Bölümün Sonu.

DEVAM EDECEK...

14 Ocak 2012 Cumartesi

BEBEK (4.Bölüm)

Beş yıl önce... O akşamın devamında...

"Allah'ım ne yapıyorum ben? Resmen bebek kaçırıyorum! Bu bebeği karakola bırakmalıyım. Tamam. Bebeği donmaktan kurtardım. Aferin bana, şimdi başıma birşey gelmeden, bebeği jandarmaya bıraksam iyi olur. Çanakkale'ye vardığımda ilk işim karakola gitmek olacak."

Dikiz aynasından tekrar bebeğe baktım. Hala uyuyordu. "Yoksa... Acaba nefes alıyor mu?" Diye kontrol etmek istedim. Elimi yavaşça arka koltuğa uzattım. Göğsüne yavaşça dokundum. Arabanın sarsıntısından tam anlayamamıştım ama kaza yapma ihtimalime karşı dikkatimi tekrar yola verdim. Boşa endişelendiğimi düşündüm.

Yol üzerinde ki bir benzinciden, bebek maması, süt, biraz bisküvi ve bebek bezi aldım. Durduğum sırada bebeğin nefesini kontrol etmiş ve rahatlamıştım. Uzun bir yolculuktan sonra Çanakkale'ye varmıştık. Sabahın ilk saatleriydi... Çok yorgundum. Halen olup, bitenleri tam kavrayamamıştım ki bebek uyandı. Gözleri çok güzeldi. Masmavi... Arabayı birazdan gireceğim evin önüne park edip, arabadan indim. Çanakkale'ye geliş sebebim anneannemdi. Yalnız kalıyordu ve son günlerde sağlığı iyi değildi. Benim yaşayan tek akrabam oydu. Neyse... Arabadan inince, arka koltuktaki ufak davetsiz misafire uzandım yavaşça. Benden ürkmesinden çekiniyordum. Gülümsedim. Öylece yüzüme bakıyordu.

-Pekala dostum, inme vakti geldi. Şimdi anneannemi ziyaret edeceğiz. Bu gece burada kalacağız. Yarında karakola gidip, aileni bulacağız.

Tatlı velet. Yüzüme öylece bakmaya devam ediyordu. Dikkatlice kucağıma aldım.

-Aferin sana. İşte böyle... Sakın ağlama ufaklık.  

Onu kucakladığımda, minik eliyle yüzüme hafifçe dokundu. İşte o anda hissettiğim birşey... Daha önce hiç hissetmediğim birşey... Sanki... Nasıl anlatsam... Bana dokunduğunda, sanki beni ona bağlamıştı. Gülümsedim...

Basamakları yavaşça çıkmaya başladım. Zaten birinci kattı. Evin anahtarları bende vardı. Sabah geleceğimi söylemiştim . Yinede korkmasın diye içeri girerken yavaşça  seslendim. Gelirken, hep ona kötü birşey olup, olmadığını düşünmüştüm. Onu kaybetmekten korkuyordum. Yaşlıydı ve hastaydı. Bense henüz onun ölümüne hazır değildim.

-Anneanne! Ben geldim.

Salondan gelen televizyon sesini duyunca, rahatladım.

-Hoşgeldin oğlum. Gel, üşümüşsündür. Ayyy, kalkamıyorum kusura bakma.

Beni... Daha doğrusu, kucağımdaki bebeği ve beni görünce suratındaki şaşkınlığı anlatamam. Gördüğünden emin olmak için uzak gözlüğünün kenarlarından, eliyle tutup, gözlerini kısarak:

-Aaa. Metin kucağındaki bebek mi?

Gülümsedim ve "Evet anneanne" dedim.

-Oğlum, nereden çıktı bu bebek? Yoksa evlendin mi? Aaa. Otur bakayım, anlat.

-Yok anneanne. Valla nereden başlasam. Buraya gelirken çok tuhaf birşey geldi başıma.


4.Bölümün Sonu.

 DEVAM EDECEK...

11 Ocak 2012 Çarşamba

BEBEK (3.Bölüm)

Eve gitmeden önce her akşam yaptığım gibi markete uğrayıp "Jelibon" aldım. Şeniz çok seviyor.  Pek fazla dostum yoktur. Yani sadece birkaç kişi... Binlerce kişiye bedeldir, o birkaç kişi...

Bunlardan biri Tülay'dır. Tülay, uzun yılların vermiş olduğu samimiyeti ile beni, yorulmadan kaldırabilen kadim can yoldaşımdır. Arkadaşım, ablam, dostum ve kardeşim... Birbirimizin sürekli yanında olmaya özen göstermiş, güzel bir sevgiyi zamana yaymışızdır.

Diğeri ise neşe ve moral kaynağım olan Gülay. Aslında kendini depresif ve olumsuz olarak nitelendirir ama ben onunlayken hep olumlu anılar biriktirdim. Gülay'ın bir gülüşü, bir neşesi vardır ki; görülmeye değer. Can kaynağım! Birbirimizi güzel severiz.

Hakan'ı unutmamak lazım. Tülay'ın müstakbel eşi; Hakan sadedir. İyidir. Dolambaçsız, olduğu gibi... Severim öyle adamı. Adam gibi adamdır! Şu sıralar Tülay'la evliliklerinin dördüncü yılını devirmek üzereler.

İşten atıldığıma inanamıyorum halen. Sabah uyanırken demiştim ki kendi kendim "şükürler olsun. İyi ki işim var!" Hayat komik olduğunu sanan kötü bir şakacı. Şimdi eve gidiyorum. Yaşamamın tek sebebine... Kızıma... Kış daha yeni başladı. Havalar soğuyacak. Kıza kışlık almam lazım. Elbet iş bulurum ama ne zaman? Beni karamsarlığa iten, işsizlik değil. Yeni bir iş bulana kadar yaşayacağım belirsizlik! Eve gidince enine boyuna plan yapmam gerekiyor. Apartmanın merdivenlerini çıkıyordum. Dairemin kapısına geldim. Anahtarları çıkarttım, kapıyı açtım.

-Aaaa babaaa (koşarak gelmişti)!

-Kızımmm. Naber aşkım? Canım benim(sarıldık).

-Baba ne aldın bana(bu soru hiç şaşmaz)?

-Jelibooon aldım kızıma(bu cevapta...)

Paketi elimden kaptığı gibi koşarak salona, televizyonun karşısına geçti. Bu arada... Kızım henüz 5 yaşında. Dünya onun kadar güzel olsa...

Ben üstümü çıkartmak için içeriye geçtim. Şimdi merak ediyorsunuzdur. "5 yaşında bir kız çocuğunu evde tek başına mı bırakıyorum?" diye. Hayır, Gülay var. Bahsetmiştim az önce. Şuan uyuyor. Uykusu derindir. Bütün gün çocukla uğraşmak kolay değil. Yorulmuş olmalı... Uyusun biraz... Evli değiliz. Sevgili değiliz. Zaten sevgili olarak pek tercih edilebilecek biri sayılmam. Dostluğumuzu paylaştığımız gibi aynı evi ve hayatı da paylaşıyoruz.

Şeniz'i beş yıl önce bulduğum gün, anlamıştım ki onu tek aşıma yetiştirmem zor olacaktı... Ben asla evlenememiştim ve çocuk sahibi de olamamıştım. O geceye kadar... Bolu Dağı'nda, o terk edilmiş arabanın içinde, avaz avaz hayata ilk isyanını eden, küçük kız çocuğunu buluncaya kadar...

Tülay'a asla bu şekilde anlatamadım. Önce bana çok kızacak sonra onu, ailesine teslim etmeleri için karakola götürmemi söyleyecekti.  Ailesinin başına o gece, ya çok kötü birşey geldi ya da herhangi bir sebepten, arabayı yol üzerinde bırakıp, gittiler. Belki de bu bebek kaçırılmıştı! Kasten mi terk edilmişti? Bilmiyorum... Farklı onlarca senaryo aklıma geldi yıllarca...

Onu karakola bıraksam, yetimhaneye göndereceklerdi. Masum bir bebeği yetimhane dedikleri, hastalıklı yere göndermelerine izin vermeyecektim. Onu alıp, eve geldim. Herkese evlat edindiğime dair, uydurduğum hikayeyi anlattım.

Gerçeği bir tek Gülay'a söyledim. Beni anladı ve yanımda kaldı. Şeniz'i büyütmemde emeği çoktur. Şeniz, beni öz babası olarak biliyor. Annesinin, onu doğurduktan sonra cennete gitmesi gerektiğini söyledim. Henüz ölümü ve cenneti tam anlayamıyor fakat annesinin dönmeyeceğinin bilincinde.

Gülay onun annesi sayılır. Son 3 yıldır beraber yaşıyoruz ve başka ailelerden geliyor olmamıza rağmen, üçümüz çok güzel bir aile olduk. Hep söylerim:
 
-Aile, kan bağından fazlasıdır!

...

3.Bölümün Sonu

DEVAM EDECEK...